09 Ekim 2024 Çarşamba

Kemalpaşa’da bir “Eren…”

Alasığın – Türk, Altay ve Moğol mitolojilerinde Kutsal Geyik. Değişik Türk lehçe ve şivelerinde Alageyik (Alakeyik, Alakiyik) veya Alabolan (Alabulan) ya da Alabuğa (Alabuğu) olarak da bilinir. Moğollar ise Kubamaral (Govamaral, Guvamaral) derler. “Gökgeyik / Kökgeyik” tabiri de kullanılır. Yalnızca “Sığın” olarak da ifade edilir.

Kutsal bir hayvandır. Bazen erenler alageyiğe dönüşür. Kimi zaman Göksığın olarak da adlandırılır. Bazı Türk ve Moğol boyları, soylarının bu kutlu varlıktan türediğine inanırlar. Çoğu zaman soyun bir kolu Gökkurt’tan, diğer kolu ise Gökgeyik’den gelmektedir. Geyik sürülerinin başında bulunup idare eden kurtlara da Gökgeyik denilir. Geyiklerin boynuzları kamların en önemli simgelerindendir.

Kubamaral dokuz boynuzlu, boynuzları dokuz budaklı olarak betimlenir. Bozkurt gökyüzünü temsil eder. Alageyik ise yeryüzünün simgesidir. Macarların (Hungarların) ataları da bir geyiği izleyerek denizi geçmişler ve bu denizin ortasındaki yarı bataklık bir adada türemişlerdir. Anadolu ve Asya halılarında ve kili desenlerinde Geyik motifine resim veya sembol olarak sıklıkla rastlanır. Anadolu’da alageyiği kovalayan ve kaybolan avcı motifi masallarda ve türkülerde sıklıkla görülür.

“Geyik de çekti beni kendi dağına.” (Anadolu Halk Türküsü). Yine bir Macar efsanesinde Hunların ve Macarların ataları olan Hunor ve Magor adlı iki avcı bir geyiği kovalarken bataklıkta kayboluyorlar ve orada kayıp soylu kızları bularak onlarla evleniyorlar. Bir başka efsanede Türklerin ataları hayatlarını bir mağaranın içinde sürdürmekteydiler.

Her gün güneş batınca Deniz/Göl ruhu, ak geyik (buğı)[1] şekline giren kocasını deniz altına götürüp, sabah olunca denizden çıkarır. Öküz başlı, at kuruklu olarak tasvir edilir. Kutlu bir hayvan olarak erenlerin veya ozanların yanında yer alırlar: “Yaramı sarsınlar şehitler ile / Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile” (-Pir Sultan Abdal)

Yakutlarda Tung-Puk (Tuň-Pok) adlı bir tanrının göklerde büyük altı ayaklı bir geyiği kovaladığı söylenir. Geyiği yakalar ancak Gök tanrısı bir taş haline getirir. Samanyolu onun yürüdüğü yolu temsil eder.

Türk mitolojisinin önemli bir kısmını kaplayan geyiğin kelime anlamının incelemesini Jean Paul Roux şu şekilde belirtmiştir:

Geyiğin adı olan kiyik sözcüğü, genel olarak av hayvanlarını nitelendirmek için kullanılırdı. Bu durum ise, bu hayvanın oynadığı rol konusunda belirsizliklere yol açmıştır. Arkeologlar, bir kurban hayvanı olarak geyiğin atın önceli olabileceğini belirtmekteler, ancak bu olsa olsa Prototürk halklar için geçerli olabilir. Kimi yazarlar için geyik yerin simgesidir veya onunla aynı görülmektedir, fakat bu tam kesin değildir. Kaya çizimleri ve metinlerin kanıtladığı üzere, en azından onu avlamak serbestti ve geyik eti yemek büyük bir zevkti. Irk Bitig’de, geyik Göktanrı ile yakın ilişki içinde görülmektedir, ona “kut” (yaşam için yol azığı) verdiği gibi, bunu kuşlara, insanlara ve çiftleşme döneminde çıkardığı sesi duyan herkese vermektedir. (Roux, 2011: 72).

Geyikli Baba Efsanesi

Geyikli Baba aslında Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yetişmiş olan bir evliyadır. Osmanlı Uç
Sultanlığının en stratejik yerlerinden biri olan İnegöl’e yerleşerek orada yaşamıştır. Bursa’nın fethinde düşman
saflarını yararak Türk askerine yol açtığına inanılır ve dervişleriyle birlikte Kızıl Kilise’yi fethettiği bilinir. Bursa
alındıktan sonra İnegöl’de geyikleriyle yaşadığı söylenir. Bundan dolayı halk arasında “Geyikli Baba” olarak
anılır. Bursa’nın fethi döneminde sultanın (Orhan Bey) Uludağ çevresindeki dervişleri teftiş ettiğini haber alan
Turgut Alp adındaki bir ak sakallı, sultana Geyikli Baba’dan söz eder. Geyikli Baba’nın kim olduğunu merak
eden Orhan Bey onu yanına çağırtır.

Ancak Geyikli Baba kendisi gelmediği gibi, sultanın da yanına gelmemesini ister. Sonrasında beklenmedik bir zamanda elinde bir fidanla Bursa’ya gelen Geyikli Baba bu fidanı sarayın iç avlusuna diker ve bunun bir uğur olduğunu, Orhan Bey’in ve neslinin bu sayede dervişlerin duasını alacağını söyler. Dua edip oradan ayrılır. Ardından Orhan Bey İnegöl ve çevresini kendisine vermeyi teklif eder ancak Geyikli Baba bunu kabul etmez. Orhan Bey’e o toprakların işin ehline verilmesi gerektiğini ve işin ehlinin de kendisinin olduğunu söyler.

Allah’ın o toprakları onun gibi bir hana ısmarladığını belirtir ancak Orhan Bey teklifinde ısrarcıdır. Geyikli Baba bu ısrarın üzerine o bölgede bulunan tepelerden birinde bir derviş avlusu olmasını ister. Geyikli Baba’nın isteği yerine getirilir. Yıllar sonra ise o tepe yöre halkı için bilindik bir yer haline gelmiştir. Geyikli Baba efsanesinde tekrar gördüğümüz üzere; İslam öncesi dönemde kamlara (şaman) rehberlik eden ve birçok olayda onlarla anılan geyik, İslam sonrası Türk hikâye ve efsanelerinde ise aynı eylemleri evliyalar için gerçekleştirmiş ve onlarla anılmıştır.

Kültürümüzde Orta Asya’dan Anadolu’ya bu tarz sıra dışı olaylar yüzyıllar boyunca nesilden nesle aktarılmıştır.

Prof. Dr. Mim Kemâl Öke
Yaralı Ceylanlar

YARALI CEYLANLAR KULÜBÜ üzerine bir söyleşi:

Dergâhları “yaralı ceylanlar kulübü” diye adlandırmanız, tasavvufa çok özgün bir bakış açısı, bence… Şimdi gelin şu ceylan motifini açalım, birlikte.

Demek “geyik muhabbeti” yapacağız şimdi… (Gülüşmeler)

Haydi, öyle olsun, diyelim.

Aslında aziz kardeşim, şaka bir yana aksine üzücüdür! Geyik, kültürümüzde sihirli bir hayvandır; muhabbet ise ilâhî aşk ile örülü söyleşidir. Oysa, ne yazık ki şimdi bu iki duygu yüklü kelimeyi birleştirip saçma sapan konuşmaları tanımlamak için kullanıyorlar. İçini boşaltıp, değersizleştiriyoruz, kavramları.

Ama, yüzyılın, XXI. yüzyılın hastalığı bu! Değerleri değersizleştirmek…

Aynen! Geleneği yok eden, tüketen bir alışkanlığımız doğdu. Hatta, alışkanlığın ötesinde. Eğilim, âdeta hırs!

Tam aksine, bizim milletimizin ta kadim günlerine dayanan bir “geyik kültü” vardı. Geyik bizim dostumuz, arkadaşımızdı.

Evet, Yaralı Ceylanlar Kulübü kitabımın kapağına bak. Benim Twitter’daki profilimde de aynı minyatür var; bir delikanlı ile ceylan. Görüşüyorlar. Efsaneye göre o kişi Kerem’dir. Aslı’nın Keremi. Ceylan’a aşk yarasını anlatıyor. Bu sevdayı o ceylandan başkası anlamaz diye herhalde.

İlginç… Evet, o ceylan figürüne dönelim. Aslında dilimizde ceylanla ilgili ne kadar çok kelimemiz var: Geyik, ahu, gazal, antilop gibi…

Bilebildiğim kadarıyla Anadolumuzda üç türlü yerli geyik varmış. Kızıl renkli olana maral deniyor. Diğerleri karaca ve alageyik. Erkek Alageyik’in adı antilop, dişisi karaca, yavrusu da ceylan olarak adlandırılırmış.

Bu bile geyiğin kültürümüzdeki önemli konumunu perçinlemiyor mu?

Türk mitolojisinde geyik başlı başına bir araştırma konusudur. Ona temas edeceğiz ama sanıyorum, diğer uygarlıklarda da geyik mitosunu görmek mümkün.

Doğrudur; Çin’den İskandinavya’ya geyik, masalların başkahramanıdır. Nasıl olmasın ki! Geyik; estetik bir yapıya sahiptir. Güzeldir, büyüleyici bakışları vardır. Hassastır, alıngandır, ürkektir. Doğanın nazenin sakinidir, o.

Fakat zaman içinde bu mistik yaratık, Noel Baba’nın hediye katarına bağlanarak, Tüketim Toplumu’nun alışveriş çılgınlığına alet edilmekte. (Gülüşmeler) Şimdiki nesiller, geyik deyince Noel Baba’yı hatırlıyorlar!..

Geyik de dünyevîleştirildi, sonunda. Sihrini yitirdi, desenize!..

Maalesef.

Geçmişe dönelim. Diğer uygarlıkları bir yana bırakıp kendi mitolojimize bakalım. Geyik, Orta Asya’dan beri sihirli “ongun”umuzdur, bizim.

Evet, “ongun”, amblem anlamında. Geyik, avlanması zor olduğu için bir yerde “ulaşılmaz” sayılmıştır. Öldürmesi güç olduğu için de ölümsüz sayılmıştır. Her iki unsur da birleşince geyiğin kutsal sayılması kaçınılmaz hale gelmiştir.

İslam öncesi Türk halkları için geyik, Tengri’nin (=Tanrı’nın) hayvanıdır, yani Tengri’nin, geyiği çok sevdiğine inanılırdı. Öyle ki, Kuzey Asya Türk budunlarının efsanelerine bakılırsa Tanrı, geyiğin ağladığını görmüş, üzülmüş ve O da geyikle birlikte ağlamıştır.

Benim de okuduğum kaynaklara göre geyik, Altay mitolojisinde göklerin ruhunu yere taşıyan, hatta onu dünyamızda yaşatan bir canlı varlık olarak karşımıza çıkmaktadır.

O nedenle, geyiğin insanoğluna bereket, huzur, uğur ve şifa getirdiği kaydedilmektedir. Geyiği görmek, o topluma pozitif enerji yüklermiş. Şamanlar, geyik boynuzunu hastalıkları gidermek için kullanırlarmış.

Kırgız romancı, Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi” adlı kısa romanını hatırladım.

Evet, orada “Boynuzlu Maral Ana” diye bir kahraman vardır. Gençliğimde ben de okumuştum.

Öyküde, Kırgızlar baskına uğrarlar. Düşmanları hepsini kılıçtan geçirir. Geriye sadece iki çocuk kalır. Bu çocukları yaşlı bir kadın öldürmek üzere iken Boynuzlu Maral Ana belirir, bir anda. Çocukları kurtarır. Onları uzak bir diyara götürür. Issık Göl civarına götürür. Onları emzirir, büyütür ve korur. Daha sonra bu çocukların da çocukları olur ve böylece Kırgızlar tarih sahnesinden silinmezler.

Geyik, bu çerçevede “koruyucu ruh” olarak görülmektedir, anlaşılan. Sadece, bu yönüyle değil, geyik; aynı zamanda tehlike anında bir “kurtarıcı”dır; halkı en dar zamanlarında iyiliğe götüren de bir kılavuz olarak karşımıza çıkacaktır. Mesela, Hunların atalarına Azak Denizi bataklıklarında rehberlik eden de bir geyikti.

Ziya Gökalp’in Ergenekon öyküsünde aynı temaya yer verilir. İlhanlılar zamanında düşmandan kurtulan iki kızı Alageyik alır, dört yanı dağlarla çevrili yeşil bir bağa ulaştırır. Buraya yerleşirler ve çoğalırlar.

Dahası da var, herhalde… Geyik, insanoğlunu Tanrısıyla buluşturan bir kutsal yol göstericidir. Yine o devrin masallarında bir bahadır avlanırken, karşısına bir geyik çıkar. Bahadır, onu kovalamaya başlar. Geyik kaçar, o kovalar; sonunda baştan başa bakırdan yapılmış bir dağa ulaşırlar. Dağ yarılır, buradaki koridordan içeri girerler. Geyik kaybolur, avcının karşısına Yedi Tanrı (Kuday) çıkar. Mağara, kutlu bir mekân; geyik de Tanrı’nın elçisidir…

İşte, bu sebeple olsa gerektir, geyik avlamak hoş görülmez. Yasaktır, halk indinde… Uğursuzluk getirir. Avcı lanetten kurtulamaz.

Yaşar Kemal’in Alageyik hikâyesinde işlenir, bu konu.

Hikâyede Türklerin av kültürünün bir yansıması olarak Halil adlı bir gencin, evini, yurdunu, yavuklusunu bırakarak geyik avlama tutkusuyla nasıl ormana vurduğu kendini; bir ara tövbe eder gibi olması, ancak vazgeçemeyerek geyik’in tuzağına düşüp, hayatını nasıl mahvettiği edebiyatımıza, o usta kalemin dilinden, nakşettirilir.

Şu meşhur öykü… Yaşar Kemal’in “Üç Anadolu Efsanesi”ndekinden bahsediyorsunuz değil mi?

Evet.

Yanılmıyorsam, bu “Alageyik” öyküsü, 1959’da Atıf Yılmaz, 1969’da da Süreyya Duru tarafından filme de çekilmişti.

1981’de de Necati Cumalı tarafından sahneye aktarılmıştı.

Geyik’in intikamı!..

Sözünü kestim ama, işte o kutsal emaneti -Tanrı’nın emanetini- taşıyan geyik’in laneti bir başka çağdaş yazarımız tarafından da kaleme dökülür.

Murathan Mungan…

Bunu duymamıştım.

Cenk Hikâyeleri’nde var. “Kasım ile Nasır” öyküsünde. Şimdi uzun uzadıya aktarmayalım ama tema benzerlikler gösterir. Burada hamile bir geyiği öldürdüğü için lanetlenen, Hazer Bey ve soyudur. Burada bir hamile geyik öldürülmemiş, onun yerine yavrusu öldürülen geyik, yavrusunu avlayan avcıdan intikam almıştır.

Geyik öldürmenin lanetlenmesinin, sizce, kaynağını veya kaynaklarını nerede aramalıdır!

Anlayabildiğim kadar, hani bu söyleşimizde hep üzerinde durduğumuz, Allah-Âlem-Âdem denklemi var ya, işte o özgün kurguda aranmalıdır.

İlk neden, bu çerçevede düşünüldüğünde “ekolojik”tir.

Ekolojik mi?

Yadırganmamalıdır. Aytmatov mesela, o pastoral öykülerinde hep ekolojiye vurgu yapmaz mı? Alageyik, yani ceylanlar, doğada korunması gereken türlerin başında gelmektedirler. Âdem, doğanın dengesini bozmamalıdır. Yoksa, bunun bedelini öder.

Demek, ekoloji, kadim uygarlıkların dokunulmaz duyarlılıklarındanmış.

Öyle, hele söz konusu olan kutsal ceylanlar ise… Kutsala dokunmayacaksınız, Gayretullah’a dokunursunuz. Bu mesaj no: 1!..

İkincisi de buna bağlıdır. Niye ceylanları vuruyorsunuz ki!

Maddi nedenlerle?..

Maddiyatçılık! Yani, tamah. Avcıya, “yapma/vurma; günahtır, yazıktır” deniyor. Vardır geleneğin bir hikmeti… Dinlemiyor, öldürüyor. Nefsine uyuyor, cezasını çekiyor. Bu da mesaj no: 2!..

Dinî bir boyutu ortaya koydunuz.

Öyle! İlginçtir, aynı idrak, İslam anlayışında da vardır.

Nasıl?

O zaman gel, Hz. Peygamberimizin devr-i saadetlerine gidelim. Mekkeli müşrikler daha yeni irşad görevine başlamış İki Cihan Serverini tacize yeltenmekteler. Hakaret ediyorlar, alaya alıyorlar, tekme tokat girişiyorlar, o kâmil insana. Hani Çağrı filminden hatırladığımız amcası, bir yerde de güçlü kuvvetli ve de yürekli oluşuyla koruyucusu olan Hz. Hamza, o sıralarda şehir dışında, avdadır.

Kâfirler, fırsatı ganimet bilmişlerdir, zâhir!

Hz. Hamza, önüne çıkan geyiği kovalamakta… Bir ara geyik dile gelerek, kendisini kovalamaktan vazgeçmesini, Mekke’ye dönmesini, orada kendisine ihtiyaç olduğunu ihtar eder. Bunun üzerine şehre dönen Hz. Hamza durumu görür, tacizci müşrikleri dağıtır ve Peygamberimizi kurtarır.

Ceylan efsanesi, İslam’a taşınıyor.

Hem de ne efsane! İslamî literatürün de kendine özgü bir “Geyik Destanı” vardır: “Dâsıtân-ı Geyik”.

XIV. yüzyılda Hoca Sadreddin tarafından “mesnevi” tarzında yazılmıştır. 95 beyittir.

Özeti şöyle: Peygamberimiz mescidde. Kırk atlı gelip, hışımla içeri girerler. Niyetleri kötüdür. “Putlarımıza batıl deme!” diyerek, Hz. Muhammed’in (sav) üzerine yürürler. Hz. Ömer ve Hz. Ali, kâfirlere hadlerini bildirmek için ayaklanırlarsa da, Peygamberimiz etrafı sakinleştirir. Herkese “Oturun,” der.

“O zaman bize peygamberliğini ayan et!” Peygamberimiz basar-ı basiretiyle o kırk eşkıyanın atlarını bağladıkları yerde bağlanmış bir geyik görmüştür. Bu geyik, atlıların avı olmuştur. Ve o geyik, dışarıda Peygamber’le hal yoluyla konuşmaktadır.

Feryat etmektedir:

“Ya Resulallah! Bunlar beni avladı. Benim uzakta iki tane yavru ceylanım var. Gidip onları emzireyim… Bıraksınlar billahi geri geleceğim. Eğer dönmezsem Allah-u Teâlâ bana on kişinin azabını versin!”

Hz. Peygamber, müşriklere, “Geyiği bir süre serbest bırakın, bana söz verdi. Dönecektir,” der.

İşte, o müşriklerin bekledikleri sözüm ona “peygamberlik sınavı”!

Bırakırlar geyiği… Ancak, tabii ki sözlerinde durmazlar. Geyiği, ceylanlarını emzirdikten sonra yine tutarlar. Bakalım, peygamber ne yapacak, diye meraktalar.

Hz. Muhammed’in Allahı, o eşkıyaya bir sille-i ilahi indirir, geyik serbest kalır ama Mescid-i Nebevi’ye de döner.

Döndüğünde şaşıp kalmışlardır, o uğru cinsi kâfirler. Bu kez Hz. Peygamber, bana bu geyiği satın, der.

Ne var ki, ibret veya ders bu uğrulara yetmiştir. İhtida ederler. Müslüman olurlar. Geyik de yavrularının yanına selametle döner.

Bu destanın bir başka versiyonuna göre, ki Zeyd bin Erkam’ın rivayetine bakılırsa, o geyik çöllerde “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” diyerek dolaşmaktadır, artık…

Resneli Niyazi ve Makedonya dağlarındaki O ulu geyik…

Jön Türk Devrimi ve Anayasa Bayramı olarak da adlandırılan 1908’deki İkinci Meşrutiyet’in ilanı öncesi, Sultan Abdulhamid’e isyan eden ittihatçılar Makedonya dağlarına çıkmıştı.

Resneli Niyazi Bey de sıkı bir ittihatçı olarak bu isyanın başrolündeydi. Makedonya dağlarında isyan için hazırlık yapan birlikleri kumanda ediyordu. Kampta herkes acıkmıştı, Resneli Niyazi Bey, yanına üç askeri de alarak ava çıktı. Uzun bir arayışın sonunda yetişkin bir geyik gördüler. Avı vurmakla görevli asker, geyiği görür görmez silahını doğrulttu. Ateş etmeye hazırlandı. Tam da o sırada Resneli Niyazi Bey de geyiği gördü. Hayvanın güzelliğinden çok etkilendi. Tetiği çekmek üzere olan askerine durmasını söyledi.

Açlıktan ölmek üzere olan asker, geyiği pişmiş, taze bir et olarak hayal ediyordu. Komutanının bu emrini anlamakta zorlandı. Av için kamptan çıkmışlardı ve avlarını bulmuşlardı. ‘Anlayamadım komutanım’ dedi. Resneli Niyazi, emrini yüksek sesle tekrarladı. ‘Dur oğlum vurma sakın!’

‘Biz hürriyetimiz için zulümden kurtulmak için vatanımız için dağa çıktık. Şimdi bu garibi kendi vatanında mı öldürelim? Gelin kampa dönelim elbet bir şeyler vardır karnımızı doyuracak’ Askerler bu duruma hiç anlam veremeseler de çaresiz boyunlarını büküp komutanları eşliğinde kampa döndüler. Kampta kendilerini bekleyen askerler ve milisler, geyiği göremediklerinden hayal kırıklığına uğradılar. Kendi aralarında konuşmaya başladılar neler olup bittiğini. Resneli Niyazi’nin bu tutumu onları da çok şaşırttı.

Askerler ateş yakıp karınlarını doyuracak bir şeyler bulmaya çalışırken bir anda Resneli Niyazi’nin canını bağışladığı geyik kampın önüne çıkageldi. Hiç korkmadan askerlerin çadırlarının olduğu bölgeye geldi. Geyiğin güzelliği karşısında donup kalan askerler, o anda Resneli Niyazi’nin neden bu kararı aldığını anladılar. Geyiğin kendilerine ve hareketlerine uğur getireceğine inandılar. Geyiğin uğuru mu bilinmez ama milis güçlerin isyanı başarılı oldu. İsyancılara yeni birliklerin de katılması sonrası Padişah Abdulhamid ikinci meşrutiyeti ilan etti.

Çeşitli akademik kaynaklardan alıntıladığım bu paragraflar bizlere şüphesiz konuyu anlamak adına bir alt metin sunuyor…

Bütün bu girizgahtan sonra söyleyeceklerim şunlar: Hacı Bektaş’ın kucağındaki Ceylan ile Pir Sultan Abdal’ın deyişinde, “kırk yıl dağda gezdim geyikler ile” dediği figür aynıdır…

Ulular, Türk mitolojisinde geyik kılığına girer belki bize birer haber getirirler. Tasavvufta o ceylanlar ki Hızır kılığına bile bürünebilirler…

Mim Kemal Öke’nin “Ceylanlar Kulübü” kitabını okumanızı tavsiye ederim.

Avcılıkla ilgili merakınız varsa veya avcılarla sohbetlerde bulundu iseniz ne hikayeleri ne hikayeleri, tüyleriniz ürpererek dinlemişsinizdir.

Bütün bu anlatı geçen günlerde İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde ki bir fabrikaya yaralı ayağıyla gelen geyik içindi.

Kadın cinayetlerinin arşa ulaştığı daha doğrusu sadece kadın cinayetleri de değil şiddetin artık sıradanlaştığı ve asayişin berkemal olmadığı bu günlerde sosyal medya kullanıcıları bu meseleyi bir hayli ciddi yorumladı…

Elbette ki rasyonalizm ve mantık en önemli dayanağımız. Ve fakat bir yerden bir işaret fişeği bekliyorsak kurtuluş için kendimizi düzeltmek için o geyik bu topluma vesile olsun.

Belki de gerçekten bir anlamı var o geyiğin…

Türk toplumu için eril hayvan sembolü kurt, dişil hayvan sembolü ise “geyik…”

Evet değerli okuyan, bugün veya ileri bir tarihte belki de memleket ciddi bir savaşın eşiğine gelecek. Bunu siyasi analistler, teorisyenler ve birçok entelektüel ifade ediyor. O günleri gördüğümüzde elbette ki memleketimiz için ne gerekiyorsa yapacağız. Ne var ki bize erenlerden bir uyarı geliyorsa bu geyik vasıtasıyla, e buna da kulağı kabartmak lazım.

O kulağı kabartmak tabii ki rasyonel siyasetin gerçeklerine uymak, kurtuluş mücadelesinin yılmaz neferlerinin ve kumandanlarının ruhunu giyinmek, içeride ve dışarıda neyi yanlış yaptığımızı cesurca ve öz eleştiri yolu ile anlamaya çalışmak yoluyla olacak…

Kaynak: FLASH HABER TV

İlgili Haberler