08 Eylül 2024 Pazar

CÜNEYT AKMAN

Bir 30 Ağustos Günü Mustafa Kemal’i Anlayabilmek

1922 senesinin 26 Ağustos’unda sabaha karşı saat 05.30’da Afyonkarahisar bölgesindeki Türk orduları yoğun topçu ateşiyle ulusun kurtuluş mücadelesindeki son ve kesin atılımı başlattı.

Yakın zamana kadar Yunan orduları ve arkasındaki başta İngilizler olmak üzere Batı istihbaratları beklenen taarruzun Eskişehir üzerinden geleceğini düşünüyordu.

Tayyare keşifleri Türk ordusunun Eskişehir civarında yoğunlaştığını gösteriyordu. Yunan ordusunun  Afyon  ve Batı Anadolu’yu Türk taarruzundan korumak için 1 yıl boyunca berkittiği, İngiliz askeri uzmanlarının denetlemelerinde tel örgüler ve her çeşit engellerle 5 ayrı savunma hattı çektiği denetlemelerinde, “6 ayda bile geçilemez” dedikleri Yunan savunma hattı 2 günde tümden yıkıldı.

ANKARA’DAN CEPHEYE ZORLUKLAR VE İHANETLER

Ne var ki iş bu noktaya gelmeden önce Mustafa Kemal sadece askeri sorunlarla değil içteki çok büyük siyasi sorunlarla da uğraşıyordu. Bilhassa 22 gün gece gündüz süren ve 13 Eylül 1921’de biten Sakarya Meydan Muharebesi’nden hemen sonra 2. Grup” olarak örgütlenecek Meclis’teki muhalif vekillerin “büyük taarruz konusunda  gösterdikleri aceleciliği dizginlemenin yanı sıra başkumandanlık yetkilerinin uzatılmasına karşı çıkmasıyla mücadele etmek zorundaydı.

Dahası ordunun hazırlıklarının neredeyse bir yıl sürmesi, taarruz edilemeyeceği kuşkusu ortaya çıkmıştı. Yunan ordusunun 200 binlik mevcuduna karşı taarruz eden ordunun daha kalabalık olması gerektiği düşünülüyordu ancak 180 bin civarı asker toplanabilmişti.

Üstelik Batı desteği nedeniyle Yunan ordusunun silah donanımının teknolojik seviyesi daha yüksekti. Türk ordusu sadece süvari kuvvetlerinde bir miktar daha üstündü.

En iyisi durumu Atatürk’ün ağzından, Nutuk’tan dinleyelim:

“Önemli bir konu daha vardı. Muhalifler “Ordunun çürüdüğünden, kıpırdayacak durumda olmadığından, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin sonucunun felaketten ibaret olacağı” yolundaki propagandalarına alabildiğine hız vermişlerdi. Gerçi, Meclis’te bu düşünce akımının bıraktığı yankılar, zaten düşmanlardan fazlasıyla gizlemek istediğim taarruz bakımından yararlıydı. Fakat bu olumsuz propaganda en yakın ve en inanmış kimseler üzerinde bile kötü etkisini göstermeye başlamış, onlarda da kararsızlıklar uyandırmıştı. Onları da yakında yapacağım taarruz konusunda ve altı yedi gün içinde düşmanın ana kuvvetlerini yeneceğime olan güvenim hususunda aydınlatmayı ve yatıştırmayı gerekli buldum. Bunu da yaptıktan sonra Ankara’dan ayrıldım.”

Ciddi bir mesele vardı. Çok kuvvetli Yunan hatları en kuvvetli oldukları yerden vurulacaktı; üstelik amaç sadece yenmek değil, düşmanın düzenli olarak geri çekilmesine izin vermeden tam anlamıyla imha etmekti. Eğer Yunan ordusu geri çekilmeyi başarırsa taarruzun başarılı olup Afyon ve civarının kurtarılması bir şey ifade etmeyecekti.

Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha meydan muharebesi vermekti. Bunun için elverişli bulduğumuz durum, ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu, güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın en hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla mümkündü.”

Ne var ki böyle zor bir hedefi ancak çok iyi taktik manevralarla gerçekleştirmek mümkündü

21 Ağustos 1922 gecesi 1’inci ve 2’inci Ordu Komutanlarını da Cephe Karargahına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanını da yanımda bulundurarak, taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu şeklinde açıkladıktan sonra Cephe Komutanı’na o gün vermiş olduğum emri tekrarladım. Komutanlar harekete geçtiler. Taarruzumuz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın halinde yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Taarruz bölgesinde, yolların düzeltilmesi v.b. çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için diğer bazı bölgelerde de benzeri yanıltıcı hareketlerde bulunulacaktı.

24 Ağustos 1922’de karargahımızı Akşehir’den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirttik, 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut’tan savaşı idare ettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugaha naklettik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de hazır bulunuyorduk. Sabah saat 5.30’da topçu ateşimizle taarruz başladı.”

EFSANE RESMİN ASIL ANLAMI

İşte tam o “Büyük Taarruz” başlamadan önce Mustafa Kemal’in Kocatepe’deki meşhur resmi çekildi. O sırtında dünyanın yükü, düşünceli düşünceli yürüyordu.

Batı Cephesi fotoğrafçısı olarak atanan Yedek Subay Etem (Hamdi) Tem‘in hatıralarına göre, cephedeki gelişmeleri adım adım takip eden “Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, bir ara komutanların yanından ayrılıp, kayalıklar arasından tek başına tepenin ucuna doğru yürür.”

Etem Tem, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın “düşünceli ve dalgın” halde hafifçe eğilip baş parmağını dudağına götürdüğü anlara şahit olduğunda, nefesini tutar ve deklanşöre basar.

Etem Tem’in, fotoğrafın çekildiği dakikalara dair anıları şöyle:

“Herkes tepenin üstünde gözle görünen kanlı çarpışmayı takip ediyor. Muhabere şubelerinin kurdukları sahra telefonlarıyla gelen raporlar yazılıyor, dakikası dakikasına kumanda heyetine veriliyordu. Çok defa Başkumandan bu gelen raporları toplu bir halde kumandanlarla beraber okuduktan sonra onlardan ayrılıyor, kayalıklar arasında tek başına dolaşıyordu.Sigara sigara üstüne, nefes nefes üstüne çekiyor ve kendi kendine “Haydi bakalım Hacıanesti!” diyordu. Kocatepe’de en çok 40-50 kişi vardı. Bunların içinde Mustafa Kemal’in bu sözden ne demek istediğini anlayanların sayısı yok denecek kadar azdı. Hacıanesti’nin gazete muhabirlerine söylediği, ‘Bütün cepheyi dolaştık, Mustafa Kemal dediğiniz kimseye rast gelmedik demesine karşılıktı.”

VE ÖLDÜRÜCÜ DARBE…

Zafer beklenenden de kesin ve başarılıydı…

Efendiler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar’ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustosa kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutan Muharebesi adı verilmiştir), düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi. Demek ki, tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir’e doğru yol alırken, diğer birliklerimiz de düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.”

Fakat bu zafer hiç de kolay olmamıştı; sorun sadece Yunan ordusunun hazırlıkları ve sayı ve teknolojik üstünlüğü, yahut cephe gerisindeki Mustafa Kemal karşıtları değildi. Bizzat ordu üst yönetiminde sorun vardı. Taarruzun en önemli kuvvetini teşkil eden 1. Ordu’nun başındaki ordu komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’lar aleyhinde açık propaganda yapmaya başlayacak ve bunun yanında ağır askerî ihmaller de yapacaktı.

Taarruza sadece 2 ay kadar süre kalmışken Ali İhsan Paşa görevden el çektirildi ve yerine ne yazık ki taarruzda o da iyi bir performans göstermeyecek olan Nurettin Paşa atandı. Durumun bir felakete dönüşmemesi için Mustafa Kemal’in savaşı cephenin ön hatlarına kadar girip bizzat yönetmesi gerekti.

“Karahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesi yapılırken, “Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin yapıldığı gün” bir aralık, Nurettin Paşa’yı kolordu komutanı Kemalettin Paşa’nın (şimdiki Berlin Büyükelçisi) gözetleme noktasında, durumu dürbünle seyrederken buldum. Birliklerimiz düşmanı yakından sıkıştırmış, nazik ve önemli bir durum ortaya çıkmıştı. “Dürbünle seyretmeyi bırakınız! Savaşı yakından ve bizzat idare etmek için, ileri ateş mevzilerine gideceğiz” dedim.

Nurettin Paşa, bu kadar yaklaşmanın doğru olmadığını söyleyerek gitmek istemedi. Canım sıkıldı. “Siz burada kalabilirsiniz” dedim. Kemalettin Sami Paşa’ya: “Siz benimle geliniz!» dedim ve otomobilime yürüdüm. Kemalettin Paşa: “Emredersiniz” dedi ve benimle beraber yürüdü. Bu davranış üzerine, dürbünün başında yalnız bırakılan Nurettin Paşa’nın da arkamızdan geldiğini gördük. Dediğim yere gittik. Yunan ordusunun esareti ile sonuçlanan o savaşı, en ince noktalarına kadar bizzat idare ediyor ve gereken emirleri, doğrudan doğruya kolordu komutanlarına ve diğer komutanlara ben veriyordum.

Verdiğim emirlere göre tedbirler alınıp gerekli uygulamalara geçilirken, Ordu Komutanı Nurettin Paşa yanımda duruyor ve durumu seyrediyordu. Bir aralık, kolordu komutanını benim yanımdan uzaklaştırarak bazı emirler vermeye kalkışmış… Kolordu Komutanı bu emirleri uygulanabilir nitelikte bulmamış; ordu komutanı ile kolordu komutanı arasında neredeyse saygısızca bir çatışma durumu ortaya çıkmış… Kemalettin Sami Paşa, Nurettin Paşa’nın yanından biraz sertçe bir muamele ile ayrılmış.. Bu durumun farkına vardım. Kemalettin Sami Paşa’yı yanıma çağırıp, sükûnet ve disiplini koruması gerektiğini söyledim. Daha sonra, yalnız olarak Nurettin Paşa’yı çağırttım.

Genel olarak bazı sorular sordum ve anlatmak istedim ki, “Kolordu komutanına verdiği emrin gerçekten de uygulanması mümkün değildir. Komutanlar, emir vermiş olmak için emir vermezler. Gerekli, uygulanabilir olan hususları emrederler ve emir verirken, kendini, o emri yerine getirecek olanın yerine koymak ve emrin nasıl yerine getirilip uygulanacağını düşünmek ve bilmek gerekir. “

ONU ANLAYABİLMEK

Evet,  büyük bir zafer sayesinde bu ülke bugün kendine ait topraklarda bağımsız yaşıyor.

O zafer sayesinde bugünün Mustafa Kemal düşmanları ona hakaret edebiliyorlar ve gaflet ve dalalete bulaşmış iktidara yakın isimlerce üstelik teşvik ve takdir görüyorlar.

Belki de Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük yönü, muazzam askeri başarıları değildir; onun “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözüyle somutlaşan, savaş sonrası yürüttüğü politikalardır.

Mustafa Kemal’in en büyük sıkıntısı belki de yalnızlığıydı. En yakın arkadaşları bile onun ileri atılımlarının bir noktasında onu desteklemekten vazgeçmişler ya da yeterince destek olmamışlar, küsmüşler, geri çekilmişlerdir. Ama onun o gün için cüretkar atılımları savaşları kazandırdığı gibi barışı ve bağımsızlığı da kazandırmıştır. O cüretkar atılımları bugünkü ihanetlere rağmen hâlâ Türkiye ile Orta Doğu ülkeleri arasındaki farkın asıl sebebidir.

Ne yazık ki Atatürk’ün en az anlaşılan ve önüne gelenin kendi kafasına göre eleştirdiği yanı da işte “o büyük askerin aynı zamanda devrinin en büyük aydınlanmacılarından, en radikal cumhuriyetçilerinden ve ama aynı zamanda en büyük barış severlerinden biri oluşundaki hikmettir.”

Ey büyük devrimci, seni pek azımız anladık ve galiba o pek azımız da fena halde yanlış anladık!

YAZARIN TÜM YAZILARI