AKP’li Yusuf Ziya Yılmaz’dan Yerel Seçim Çıkışı!
İstibdâta karşı verilen mücadeleler sonuç vermişti. 1908 yılı kapıya dayanmış; yaşayanlar için sıradan, bizim için bir miladın, ‘’II. Meşrutiyet’’in, adı konmuştu. Meşrutiyetin siyasi sonuçlarının yanı sıra toplumsal dönüşümler de hızlanmıştı. Galatasaray Lisesi’nde okuyan bir genç, Fransızca öğretmeni Juery’in dokunuşu ile Türk sporunun kaderini değiştirecekti:
‘’Modern Olimpiyatların kurucusu Baron Pierre de Coubertin, 1907 yılı yazında Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ne yeni üyeler kazandırmak için dünya turuna çıkar. Bu tura çıkmadan önce Galatasaray Lisesi Fransızca öğretmeni olan arkadaşı Juery’ye bir mektup yazarak İstanbul’a geldiğinde kendisini bir Türk spor adamıyla tanıştırmasını ister. Juery, Coubertin’i Teknik Üniversite’de (Mühendishane-i Berri Humayun) eskrim ve cimnastik öğretmenliği yapan Selim Sırrı Tarcan’la tanıştırır.’’
http://(https://www.olimpiyatkomitesi.org.tr/Tarihce)
İşte bu genç, yeni nesiller için sadece bir spor salonunun ismi gibi hatırlansa da modern Türk sporunun kurucusu, adeta bir nirengiyi işaret etmektedir. Selim Sırrı Tarcan, elliden fazla kitabı, 2500’den fazla makalesiyle spora damga vurmuş evrensel bir markaydı. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte cemiyet kurmak serbestleşmişti; işte tam da bu noktada Selim Sırrı Tarcan, 1908 yılında Milli Olimpiyat Komitesinin kuruluşunu gerçekleştirdi. Kendisi beden eğitimi öğretmeni olduğu için komite başkanlığını gazeteci Ali İhsan (Tokgöz) üstlenmiş, Selim Sırrı Bey ise genel sekreter olarak görev almıştı.
Olimpiyat komitesinin kuruluşu ile birlikte Osmanlı Devleti adına özel davet alan jimnastikçi Aleko Mulos, 1908 Londra Olimpiyatları’na katıldı. Osmanlı, 1912 Stockholm’e iki sporcu gönderdi. 1916 ve 1920 oyunları savaş sebebiyle yapılamadı. 1924’e gelindiğinde ise artık Osmanlı yoktu. 1923 yılı hem Türkiye Cumhuriyeti’nin hem de TMOK’un (Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi) resmi kuruluş yılı oldu. TMOK’un ilk yönetimi şu isimlerden oluştu:
Hami Başkan: Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk)
Fahri Başkan: Başbakan İsmet İnönü
Başkan: Selim Sırrı Tarcan (IOC Türkiye Temsilcisi)
İkinci Başkan: Hasip Bayındırlıoğlu (Ziraat Eski Genel Müdürü)
Genel Sekreter: Ali Sami Yen (TİCİ Başkanı)
Üyeler: Burhan Felek (TİCİ 2. Başkanı), Taip Servet (TİCİ Muhasebecisi), Refik İsmail (Avukat), Muvaffak Menemencioğlu (TİCİ İstanbul Bölge Başkanı)
1924 Paris’e 22, 1928 Amsterdam’a 31 sporcu ile katıldık ama madalya alamadık. 1932 Los Angles Olimpiyatları’na ise mesafe ve maliyet sebebiyle katılamadık. 1936 Berlin’e 59 sporcu ile katıldık ve güreşçimiz Yaşar Erkan modern olimpiyat tarihindeki ilk altınımızı kazandı. Ayrıca Ahmet Kireçci de güreşte bronz madalya aldı. Bu ilk madalyalarımızla birlikte her olimpiyata da istikrarlı şekilde katılmaya devam ettik. Katıldığımız olimpiyatlar neticesinde bugüne kadar 86 sporcu; 41 altın, 28 gümüş, 39 bronz olmak üzere toplam 108 olimpiyat madalyası kazandı.
Tüketilmiş Emekler, Rezalete Beş Kala
Yorumsuz verdiğim ilk bölümün ardından biraz da işin ‘’lolo’’ kısmına geçelim. 22 yıllık iktidarlarında kafamıza kazıdıkları ‘’Eski Türkiye,’’ ‘’2002 sonrası,’’ ‘’bizden önce’’ gibi beylik lafların olimpik mücadele seviyesinde nasıl bir çöpe dönüştüğüne hep birlikte bakalım.
Olimpiyat tarihinde kazandığımız 41 altın madalyanın sadece 8’ini, yani %20’sini Ak Parti döneminde kazandık. Ak Parti’nin övündüğü sporcu katılımına oranla aldığımız altın madalyaları karşılaştırdığımızda ise, karşımıza çıkan tablo daha vahim bir hale geliyor: Ak Parti döneminde katıldığımız 5 olimpiyata toplam 558 sporcu göndermişiz. 8 (altın) / 558 (Sporcu) denkleminde başarı yüzdemiz %1,4 olarak gerçekleşmiş. 2002 öncesinde katıldığımız 18 olimpiyatta ise altın/sporcu denklemindeki başarı oranımız %5,4’le Ak Parti dönemini beşe katlamış. Ak Parti öncesi son olimpiyat yılı olan 2000’de nüfusumuz 64 milyon, GSMH 274 milyar dolar, üniversite sayısı 72, orta öğretimdeki öğrenci sayısı 2.4 milyon. Olimpiyatlarını sıfır altınla kapattığımız 2024 yılında ise nüfusumuz 86 milyon, GSMH 1 trilyon 158 milyar dolar, üniversite sayısı 188, orta öğretimdeki öğrenci sayısı 6 milyon.
Peki nasıl oluyor da matematik veriler ile son 22 yılın geldiği nokta, 2000 yılına kıyasla amansız görülse de, yeni dönem olimpik başarı olarak ‘’Eski Türkiye’’nin 5 kat gerisinde kalıyor? Bu sorunun cevabını, aslında Ak Parti iktidarlarının genel siyasetteki obezliğinde (faydasız, niteliksiz, kalitesiz büyüme) aramalıyız.
Nasıl mı?
Okul sayısı artarken matematik netleri üçü geçemiyor. Üniversite sayısı artarken akademik eğitim yerlerde sürünüyor. Adliye sarayları artarken hukuk yok oluyor. Hastane sayısı artarken doktorlar yurt dışına kaçıyor. İhracat artarken ithalat rekorları kırılıyor. Asgari ücret artarken işçinin ekmeğinin değeri düşüyor. Otoyollar, köprüler, tüneller artarken; ödeme garantileri, vergiler, harçlar hepsinden daha çok artıyor. İnşaatlar, konutlar, siteler artarken kiralar daha çok artıyor. Bu listeyi sayfalarca uzatabilirim, sonuç ise hep aynı yere varır: Ak Parti, betonun ve yalanın iktidarıdır; kalitenin ve refahın düşmanıdır.
Konumuza dönecek olursak, bu obez iktidarın spora yaptığı muamelenin de farklı olmadığını görüyoruz. Bugün gerek Spor Bakanlığı gerekse federasyonlar; spor liselerinden, spor fakültelerinden, spor tesisleri ile lisanslı sporcuların sayısının arttığından dem vuruyorlar. Peki bu iktidar cidden spora yatırım yapıyor mu, spor tesisler artıyor mu, lisanslı sporcu sayısında artış var mı, spor eğitimi ne durumda?
Şimdi size vereceğim bilgiler, ‘’Obez iktidar’’ tanımlamamın ne denli isabetli olduğunun ispatı olacak. ’’Nasıl olabilir?’’ diyeceksiniz, verilerle sonuçları karşılaştırdığınızda inanamayacaksınız.
2004-2005 döneminde Ak Parti, ‘’Spor Liseleri’’ açmaya başlıyor. 2024 yılına gelindiğinde 92 Spor Lisesi’nde, 24 bine yakın öğrenci eğitim görüyor. 20 yıllık Spor Lisesi geçmişine baktığımızda mezun ‘’sporcu adayı öğrenci’’ sayısı 100 bin seviyesinde üstünde. Bu muazzam bir sayı… Bırakın lisanslı sporcu sayısını, diplomalı spor lisesi mezunu on binlerce genç bu ülke sınırları içerisinde yetişmiş. Peki, soru basit: 20 yılda, 100 binden fazla spor lisesi mezunu veriyoruz da bu 20 senede bu sporcu ordusundan bir tane bile olimpiyat yıldızı nasıl çıkartamıyoruz? Bırakın yıldızı, bu on binlerce genç arasından olimpiyat altını alacak bir kişi bile nasıl çıkartamıyoruz? 2020 altınına sahip Mete Gazoz, İhlas Lisesi mezunu; jimnastikte tarihimize geçen Ferhat Arıcan’ın ve boksta altın madalya alan Busenaz’ın eğitim bilgilerinde de spor lisesini göremedim. Dünyanın birçok ülkesinde başarıyla uygulanan spor lisesi modeli neden Türkiye’de sonuç vermiyor?
Bu sorunun tek bir cevabı muhakkak olamaz; ama yine de Ak Parti’nin başarıya ve niteliğe dayalı olmayan, tamamen çıkara, fırsatçılığa, gösterişe, “Desinler”e, makam ve paraya odaklı zihniyetinin yansıması manasında değerlendirebileceğimiz Kastamonu Spor Lisesi’nin spor liselerinin ne kadar cazip olduğunu gençlere göstermek için kullandığı tanıtım cümlesine bakalım:
‘’Mezun olan öğrencilerimize 1. kademe antrenörlük belgesi veriyoruz ki bu onlar için büyük bir avantajdır. Liseden mezun olma yaşlarını 18 olarak düşündüğümüzde, bu yaşta antrenörlük belgesi ile hayata başlamak, onlar için büyük bir artı olacaktır.’’
18 yaşında antrenör olmak için 15 yaşında lise tercih eden bir gencin, 18 yaşında bir antrenör olarak yetiştirdiği sporcudan kime ne fayda gelir? Ak Parti, spor lisesi kurmuş kurmasına ama içine ne liyakat ne de kalite koymuş. 15 yaşındaki çocukları kolay iş bulma vaadiyle kandırmış. 92 tane spor lisesinden mezun on binlerce genç arasından bir tane bile olimpiyat altını nasıl çıkmaz? Kapatın bu liseleri, boşuna masraf olmasın!
Gelelim sporun lisans seviyesine. Ülkemizde spor bilimleri alanında eğitim ve öğretim faaliyeti sürdüren 57 Spor Bilimleri Fakültesi ve 41 Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu ile birlikte lisans eğitimi veren toplam 98 okul bulunmaktadır. BESYO sistemi varken Spor Bilimleri Fakültesi’ni icat eden ve onlarcasını açan Ak Parti, yine hedef kurumun/binanın sayısını arttırmak suretiyle şovunu yapmış; liyakatı ve kaliteyi geri planda bırakmıştır. Ülkemizdeki yetenekli sporcu seçiminin akademik seviyede nasıl yapıldığını kaleme alan öğretim üyeleri, bilimsel verilere dayalı makalelerinde durumu şöyle ifade etmektedir:
‘’Özel yetenek sınavlarında üniversitelerin % 90,53’ünün (86 üniversite) branş sınavına yer vermediği, branş yapan üniversite oranının ise % 9,47 (9 üniversite) olduğu görülmektedir. Sporcu özgeçmişine özel yetenek yerleştirme puanlarında pay veren 44 üniversite (%46,32) olduğu, 51 üniversitenin ise (%53,68) adayların sporcu özgeçmişlerini dikkate almadan bir yerleştirme yaptıkları görülmektedir.
Genel anlamda sınavların çabukluk ve sürat ağırlıklı olarak planlandığı, bilimsel yapı ve kriterleri tam manasıyla taşımadıkları görülmektedir. Bu heterojen ve kararsız yapı içinde, adayların hangi özelliklerinin hangi kriterlere bağlı olarak ölçüldüğüyle ilgili bir fikir birliği sağlanamadığı gibi, her okulun kendisine has sınav şekil ve uygulamalarının özel yetenek sınavların geçerlik ve güvenirliğini etkilediği görülmektedir.‘’
http://(https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2420762)
Bu cümleler işin uzmanı akademisyenlerin kaleme aldığı cümleler… Sınavların %90’ı sizin uzmanlık branşınıza özel yapılmıyor. Örneğin; üç adım atlama yapıyorsunuz, sınav bunu ölçmüyor. Esas sıkıntı ise Türkiye daha yeknesak bir sistem ile öğrenci kabulünü yapamıyor. Yetenek seçim sistemleriniz adil değil, her okul kendine göre uygulama yürütüyor. Bu seviyede standarttan uzak bir eleme ile nasıl başarı elde edeceksiniz? Aynı makalenin çok enterasan bir bölümü daha var, o da cumhuriyetin ilk yıllarında beden eğitimi faaliyetinin nasıl yürütüldüğüne dair. Bir de ona bakalım, yıl 1927:
‘’1927 yılında tamamlanan İstanbul Çapa’daki spor salonunda “Beden Eğitimi Öğretmeni Yetiştirme Kursu” açılması sağlanarak bu ilk kursa Vilayetlerden Milli Eğitim Teşkilatınca İlkokul öğretmenlerinden kabiliyetli olanlar davet edilir. Bu adaylardan başka beden eğitimi öğretmenliğini bir şekilde almış olanlar (Ordu’dan, Polis’ten ve İtfaiye teşkilatından) çağrılır. Adaylar mesleki kabiliyet sınavına girerler ve bu imtihanı kazanamayanlar gönderilirler. Kazananlar üç aylık pratik ve teorik eğitime devam ederler. Kursiyerler tekrar imtihana girerler ve bu imtihanı kazanamayanlar geri gönderilirler. Kazananlar üç aylık teorik ve pratik imtihana devam ederler. Adaylar tekrar imtihana girerler, başarısız olanlar geldikleri vilayetlere geri gönderilirler. Başarılı olanlar eğitimlerini bir seneye tamamlamak içim üç aylık eğitim daha aldıktan sonra mezun olurlar. Bu kurstan yeterlilik belgeli “Beden Eğitimi Öğretmeni” sıfatıyla mezun olanlar, orta dereceli okullarda görevlendirilirler (aktaran Güven, 1996). Görüleceği gibi daha Cumhuriyetin ilk yıllarında maddi imkansızlıkların had safhada olduğu bir dönemde bile Beden Eğitimi ve Spora verilen önem bu seviyedeydi. Beden Eğitimi Öğretmeni olacak adaylarda aranan özellikler ve defalarca kendi alanlarındaki öğrenmelerin kontrol edilerek kursa devam kriterlerinin belirlenmesi çok önemli detaylar olarak görülmelidir’’
http://(https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2420762)
Bir tarata yokluklar içinde ülke kurmaya çalışan bir kadro, her türlü imkansızlığa rağmen kaliteyi yakalamak için şartları zorlarken; diğer yanda her türlü modern imkana sahip bir iktidar, daha tek bir standartta öğrenci kabulü yapamıyor. Spor liselerine öğrenci davet ederken, “18 yaşında antrenör olup iş bulacaksınız’’ vaadiyle gençleri kandırıyor.
Federasyon sistemine baktığınızda, sinirden nefesinizin sıkıştığını hissediyorsunuz. Biz neye federasyon diyoruz?
Ülkemizde Hamza Yerlikaya’nın iki dudağının arasında belirlenen ve tamamen Cumhur İttifakı unsurlarının hâkim olduğu spor soslu keyfi kurumlara federasyon diyoruz. 20 yıl, 15 yıl, 10 yıl gibi ömre bedel süreleri, hiçbir kriter ve başarı ölçüsü olmaksızın başkan olarak tamamlayabildiğiniz kurumlara federasyon diyoruz. Sporcularınızda doping gibi yüz karası vakalar yaşansa bile makamınızdan olmadığınız kurumlara federasyon diyoruz. Kamu kurumlarının yöneticilerine ek gelir kapısı olan, spor yöneticiliğinden bihaber onlarcasının görev yaptığı kuruluşlara federasyon diyoruz. Atanamayan, ama Ak Partili oldukları için iş imkânı tanınan, BESYO mezunlarının çalıştığı yerlere federasyon diyoruz. Spor bakanlarının beceriksizliğiyle katmerlenen, milyonluk bütçeler harcasalar da tarihi başarısızlıkları halkına sunan utanç kurumlarının adıdır federasyonlar.
Ülkemizdeki lisanslı sporcu sayısı ve spor tesisleri başlığındaki görünüm nasıldır?
Yukarıda tanımladığım, utanç tablosuna malik federasyonlara lisanslanmış sporcu sayısını duyduğunuzda kulaklarına inanamayacaksınız. Akla aykırı bu verilerin nasıl bir dirhem altına dönüşemediğine anlam veremeyeceksiniz, ama anlatacağım, tek tek izah edeceğim.
Spor Hizmetleri Genel Müdürlüğü (SHGM) verilerine göre 2023 yılı itibariyle lisanslı sporcu sayısı 15.325.008 kişi olarak açıklanmıştır. Düşünebiliyor musunuz, nüfusun neredeyse %20’si lisanslı sporcu olarak görülüyor; daha dramatik bakarsak dünyada lisanlı sporcu sayımız kadar nüfusu olmayan onlarca ülke varken bu seviyede bir başarısızlığı neden yaşıyoruz?
Ülkemizdeki lisanslı sporcu sayısındaki bu ölçüsüz seviyeyi okuduğumda, gözlerime inanamadım, bir öğretmen arkadaşımı aradım. ‘’Bu nasıl oluyor’’, dedim. İzah etti, ‘’Bakanlık lise öğrencilerini lisanslamaya zorluyor, sporla ilgisi olmayan öğrenciler lisanslı sporcu yapılıyor. Sadece benim lisemde, 32 tane lisanslı bilek güreşçisi var. İçlerinde bir tanesi köy çocuğu, baltadan, tırmıktan, tarladan, obruktan bir kuvveti varda, direniyor. Diğerlerinin yenilmesi, bir saniye bile sürmüyor. O söylediğin milyonlarca lisansın içinde bizim bu 32 delikanlı da var. Gerisini sen hesap et işte’’
Ak Parti, ‘’Bot takipçi’’ kasan, milyon takipçiyle on beğeni alamayan sahte fenomenler gibi, ülkeyi olmadığı bir spor gücünde göstermeye çalışıyor. Sadece propaganda için lisanslı sporcu sayısını arttırıyor.
Cidden izansız veriler var, 2024 yılı itibari ile ülkemizdeki lisanslı satranç oyuncularının sayısı 1.5 milyon, ancak dünya ilk 50’sinde bir tane bile sporcumuz yok.
http://(https://www.chess.com/tr/ratings)
Başka bir branşa, Atletizme bakalım. Ülkemizde yaklaşık 400 bin lisanslı sporcumuz var. Doping utançları sebebiyle geri alınan madalyalarımızı bir kenara bırakırsak, 1948 olimpiyatlardaki bronz madalyamız dışında, atletizm de olimpik madalyamız yok. 400 bin sporcudan, bir tane madalyalı sporcu nasıl çıkarmazsın? Eğer yeteneğe değil de, lisans sayısına bakarsanız pek tabii çıkartamazsınız. Yemeğe ekmek bulamayan Pakistan’ın sporcusu, 93 metreye sırık atarken, senin sporcun 3 adım atlayamaz hale gelir.
Diğer bir açıdan bakacak olursak, Ak Parti, sporcu lisanslamayı parti üyeliği zemininde düşünüyor olabilir. Ne kadar fazla partili, o kadar uzun iktidar, ne kadar fazla lisanslı sporcu, o kadar fazla başarı! Sporun; emek, sabır, adanmışlık, tutku ve azim olduğunun farkında bile değiller. Parti üyesi mi, üyesi, lisanslı sporcu mu lisanslı sporcu, mühim olan, propaganda cümlesinin kabarık durması.
Spor tesisi kapsamında da veriler farklı değil, son 20 yılda 10.000’den fazla irili ufaklı tesis inşa edilmiş. Erzurum, Samsun, Mersin oyunları başta olmak üzere birçok ilde düzenlenen uluslararası turnuvalar vesilesiyle ülkenin her yerinde birden fazla ve farklı branşlara özel tesisler bulunmakta. Spor yapmak isteyen, ama tesis bulamayan çok fazla insanımızın olmadığı görülüyor. Peki bu altyapı neden başarı getirmiyor?
Elit, branşına hükmeden ikonik sporcu yetişiyor mu?
2002 yılına gelinceye kadar, ‘’Güreşin İlahı’’ (Yaşar Doğu), ’’Cep Herkülü’’ (Naim Süleymanoğlu), ‘’Asrın Güreşçisi’’ (sporculuğu başarılarla dolu Hamza Yerlikaya; ne zaman ki siyasete girdi, ülkesine zarar vermeye başladı) namıyla anılan birçok sporcuyu dünyaya sunan Türk sporu, son 22 yılda branşına hükmeden hiçbir ikonik sporcuyu çıkartamamıştır. Naim, Time dergisine kapak olmuştur; ondan sonra halter branşı yavaş yavaş sona ermiştir. Peki neden?
Bu sorulara son bir başlık daha eklemek zorundayım, belki de en acısını: Doping !
Son 22 yıl içerisinde yaşadığımız doping skandallarını özellikle hatırlatmak isterim: Süreyya Ayhan, Halil Mutlu, Nevin Yanıt, Nurcan Taylan, Aslı Çakır Alptekin ve Gamze Bulut, Rıza Kayaalp, Tuğrulhan Erdemir. Bu utanç tablosunda bile yöneticilere en ufak bir ceza kesilmedi, kimsenin sorumluluğuna gidilmedi. Bu rezilliklerin hepsi Ak Parti dönemlerinde yaşandı.
Neden bunları yaşıyoruz?
Bu yazı boyunca cevabını defalarca vermiş olsam da farklı şekillerde tekrar etmekte fayda görüyorum:
Ak Parti; öğrenci affı, imar affı, vergi affı başta olmak üzere çalışanı, ödeyeni, hakkına razı geleni cezalandırmayı kendine şiar edinmiş bir partidir. Sınıfta kalmayı kaldıran, devamsızlığa göz yuman, ödevi teşvik etmeyen, alternatif uygulamalar ile akademik yükselmeleri basitleştiren, dil bilmeyenleri elçi yapan; her ne olursa olsun kendi gibi düşünenlerin yorulmadan, emek vermeden zirvelere ulaşmasını sağlayan; kolaylığı öven, zorluğu yeren; azmi ve sabrı elinin tersiyle itip hazırı ve olmuşu teşvik eden; tacir olup kazanmayı değil, sermayenin kaynağı gördüğü devletin bütçesini ihaleler yoluyla yandaşlarına peşkeş çeken; ‘’dindar nesil’’ diyerek bina arttırma yoluyla imam hatipleri arttıran ancak buna karşın ülkedeki ateist ve deist genç sayısında patlama yaşatan, aileyi ve çocuk yapmayı teşvik ederken 20 bin liralık kiralarlar ile insanların yuva kurmasına mani olan, büyüklere saygı duyulmasını öğütleyip emekliye 12 bin lira ile geçinmek zorundasın diyen, ‘’Cennet anaların ayağının altındadır’’ şiarını pompalayıp İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen, bir karıncayı bile ezmeyen atalardan bahsedip milyonlarca köpeğin katledilmesi için yasa çıkartan…Kısacası, varlığı taraftarlarıyla yaşayıp hiçliği, kalitesizliği, yoksunluğu halkına sunan bir devrin adıdır Ak Parti.
Ak Parti’nin 2024 olimpiyatlarında ülkemize yaşattığı rezalet ise bu bitmiş iktidarın dünya milletleri tarafından karnesinin eline verildiği ve dünyada yok hükmünde olduğunun resminin çizildiği bir hilkat garibesi olarak tarihte yerini almıştır.
Kaynak: FLASH HABER TV