Karşıtı “tevhid” olan şirk sözcüğü, İslam’ın temel ve birincil kavramlarındandır. Şirk, Kur’an’da türevleriyle birlikte 150 yerde geçmektedir. Bunların çoğu fiil / eylem halinde (geçmiş ve şimdiki zaman kipleri) yer almaktadır. Bu demektir ki şirk insanlık bünyesinde bir pasif (durağan) bir kavram değil aktif (devingen) bir kavramdır. Nitekim şirk yahut diğer bir ifadeyle putperestlik insanlık tarihi kadar eskidir. Kavramın tarihsel gelişiminden önce anlamı üzerinde biraz daha duralım.
Şirk, şirket, müşareket Arap dilinde mülk ve saltanatta ortaklık anlamına gelir. Bir şeyin birden fazla kişiye aidiyetine de şirk veya müşareket denilmektedir. (Ragıb el- İsfahanî, el- Müfredat li Garîb’il- Kuran, Şirk Maddesi)
Dinsel terminolojide şirk, uluhiyet / tanrısallık özelliklerinin tümünü yahut birini bir başkasına izafe etmektir. Bu açık ve bilinçli olursa açık şirk / eş – şirk el celî, örtülü ve bilinçsizce olursa gizli şirk / eş – şirk – el hafî adını almaktadır.
Ragıb el – İsfahanî bu noktada Büyük Şirk – Küçük Şirk ayrımı da yapmaktadır. “Büyük Şirk Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir. Küçük Şirk ise, bazı iş ve fiilleri icra ederken Allah dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakârlık ve münafıklık bu cümledendir.”
Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmek olarak tarif edilen büyük şirk, hemen hatırımıza; kendini yeryüzünde Allah’ın gölgesi gibi gören, sözde onun adına hüküm ortaya koyan her kişi, kurum ve sistemi getirmektedir. Bunlar, büyük şirkin failidir.
Şirk içinde olana Kur’an’da müşrik denilmektedir. Müşrik o kimsedir ki, kendisini Allah’ın vekili, halifesi, gölgesi gibi görüp insanlar üzerinde Allah adına egemenlik kurmaya çalışır. Bu bazen padişahtır, halifedir, kraldır, devlet başkanıdır, bazen de tarikat şeyhi, cemaat lideri yahut holding patronudur. Böylesi bir egemenliğe itaat eden ve iman eden herkes de aynı şekilde müşriktir.
Müşrik kavramı şirk kavramı gibi Kur’an’da çokça geçen kavramlardan biridir. Şirk kökünden “ismi fail” olan müşrik sözcüğü, Kur’an’da tekil ve çoğul halde 40’tan fazla yerde kullanılmaktadır.
Kur’an, müşrik sözcüğünü varlığın bünyesindeki birliği yani tevhidi, uyum ve düzeni parçalayan, çirkin ve olumsuz bir güç nitelemesi bağlamında kullanır.
Bir diğer ifadeyle müşrik; Allah adına başkaları üzerinde egemenlik kurma iddiasında olan yahut bu iddiaya boyun eğip Allah dışında birinin egemenliğini kabul eden kimsedir.
İnsanlar üzerinde egemenlik kurmanın belirişi, üretim ilişkileri ve üretim araçları yoluyla olur. Bütün egemenler, üretim ilişkilerini, üretim araçlarını ve mülkiyeti tekellerine alarak egemenliklerini sürdürmek isterler. Mülkiyeti ve üretim araçlarını ele geçirmeden egemenlik kurmak mümkün değildir. Dolayısıyla, egemenlik dediğimiz kavramın temelinde kesinkes üretim ilişkileri ve mülkiyet vardır. Bu noktadan bakılınca şirk dediğimiz şey yani tanrılık / tanrısallık iddiası, mülkiyete el koyma yoluyla olmaktadır.
Kur’an, şirki, büyük bir zulüm olarak nitelemektedir. (Lokman Bölümü 13. Söz / Lokman Suresi 13. Ayet) Zulüm, karanlıktır demektir. Bu bağlamda şirk, insanlık için tam bir karanlık yani tam bir kaostur. Zira şirk, insanın kendine yabancılaşmasıdır. Kendi kimliğini, kendi iradesini terk etmesidir. Emeğinin sömürülmesine itiraz etmemesi yahut edememesidir.
İnsan, sözde Allah adına hükümranlık kuran egemenlere kendi iradesini, kimliğini ve emeğini teslim etmektedir. Bu, insanın kendini inkar etmesi ve kendine yabancılaşmasıdır.
Bu noktada Marksizm’deki yabancılaşma kavramına biraz değinmek yerinde olacaktır.
Marks’ın düşüncesinde yabancılaşma kavramı özellikle başlangıç evresinde belirgin bir önceliğe ve öneme sahiptir. Marks, iki tür yabancılaşmadan söz etmektedir. Bunlardan ilki, doğadan / tabiattan kopuş anlamındaki yabancılaşmadır. İnsan, doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir doğa kurmak bakımından, doğaya yabancılaşır. Bu, insan oluşu açıklayan niteliğiyle olumlu karşılanan bir yabancılaşmadır ve zorunlu bir süreç olarak anlaşılır. İkinci yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal düzenin doğurduğu yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak, insan kendi doğasına yani fıtri özelliklerine yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline gelir. Anlaşılacağı gibi, yabancılaşma kuramının, Marks’ın insanın doğası anlayışıyla yakından ilişkisi vardır. Marks’ın, çalışmalarının sonraki dönemlerinde (Söz gelimi, Kapital’e gelindiğinde) bu kavramı kullanmadığı görülür. Ancak bununla birlikte bu kavramın ihtiva ettiği bakış açısını, bir biçimde sürdürdüğü ifade edilebilir.
Marks’ın ilk çalışmalarında, yabancılaşma doğal olarak birbirine ait olan şeylerin ayrılmasını veya dengeli bir uyum içerisinde olan şeyler arasındaki çelişkiyi / tezadı ifade eder. Bu kavramın en önemli kullanımında, kavram, insanların insan doğasının hallerine yabancılaşmasına atıfta bulunur.
Dinsel terminolojideki şirk kavramı da gerçekte insanın kendi doğasına / fıtri özelliklerine yabancılaşmasını ifade eder. En yalın ifadeyle söyleyecek olursak; insanın kendi doğasına yabancılaşması, bir başka insana kulluk etmesidir. Kültürümüzde buna “kula kulluk etmek” denildiği malumdur. Ama şirk denildiğinde akla ilk gelen şey; putperestlik / puta tapmak eylemidir. Put denildiğinde de totem kavramı karşımıza çıkmaktadır. Yani bir insan değil de bir totem söz konusudur. Sahi bu nasıl olmaktadır?
Put yahut totem adı verilen nesnenin aslında bizzat kendisine tapmak diye bir durum söz konusu değildir. Totem / put dediğimiz nesne gerçekte hiçbir zaman yaratıcı / var edici Tanrı düşüncesinden bağımsız bir tapınım aygıtı olmamıştır.
Putperestlik, insanlık tarihi kadar eskidir. İlkel kabileler de dahil olmak üzere, tüm insanlık tarihi yüce bir yaratıcının / var edicinin varlığına inanan insan modelinden oluşmaktadır. İlkel komünal toplum aşamasında bu Tanrı motifi, yeryüzündeki alçaltılmış ruhlarla doğrudan iletişim kurmayan, büyük ve güçlü bir ilahtı. (Günay Tümer – Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, 1988, s. 47 – 48)
Bu büyük ve güçlü ilahla iletişim kurabilmek için onu simgeleyen nesneler üreten insanoğlu, böylece totemciliği / putçuluğu icat etti.
İlk totemleri incelediğimizde görüyoruz ki, insanlar karşılaştıkları çeşitli güçlükler ve felaketler karşısında sığınma ve korunma içgüdüsüyle bir takım nesneleri tapınım malzemesi edindi. Bu malzemelerin bizzat kendisine tapmak yerine onları sözde Yüce Tanrı ile aralarındaki aracı olarak gördü. Dilek ve dualarını sözde Yüce Tanrı’ya ulaştırması için söz konusu totemlere tazimde bulundu.
Totem üretiminde en etkili kaynaklardan biri de ürünlerin korunması gereksinimi olmuştur. Gerek avcılık – toplayıcılık döneminde gerekse tarım döneminde insanlar, ürünlerinin / yiyecek ve içeceklerinin vahşi hayvanlardan, doğal felaketlerden korunması için totemlere tazimde bulunmayı bir çare olarak düşündüler. Hatta bir kısım ürünlerini o totemlere kurban olarak sundular. Böylece geriye kalan ürünlerine bir zarar gelmeyeceğine inandılar. Bu inanışta sözde Yüce Tanrı’ya bir teşekkür ve minnet duygusu da vardı.
Totemci / putçu topluluklar, put olarak edindikleri nesnelerde sözde Yüce Tanrı tarafından verildiğine inanılan ve dinler tarihinde adına “mana” denilen birtakım ilhamlar bulunduğunu düşünürlerdi. Bu sözde tanrısal ilhamla iletişime geçerek dilek ve dualarını Tanrı’ya ulaştırırlardı.
Avcılık – toplayıcılıktan özel mülkiyete ve tarım toplumuna geçişle birlikte daha kompleks bir toplumsal yapı oluştu. Bunun doğal sonucu olarak totemlerin sayısı da çoğaldı.
Söz gelimi; soy bağı gibi yeni kutsalların ortaya çıkması, her kabilenin yahut aşiretin kendi totemini yaratmasına dahi yol açtı. Bu nedenle çoktanrıcılık yani politeizmle çok sınıflılık arasında doğru bir orantı vardır. (Eren Erdem, Devrimci Peygamber, İstanbul, 2014, s. 66)
Söz gelimi; Hindistan’da kast sistemi üzerinden çok sayıda sınıfsal yapı meydana geldi. Bilindiği üzere Hint toplumu yeryüzünün en politeist / çoktanrıcı toplumudur.
Putperestlikle ilgili bir diğer dikkat çekici nokta da; ilkel kabilelerde putçuluğun daha ziyade “korunma” içgüdüsüne dayanmış olması iken uygarlık döneminde “koruma” içgüdüsünün daha başat hale gelmiş olmasıdır.
Bu noktada korunma ve koruma kavramlarını açıklamak yerinde olacaktır.
Korunma, kişinin kendi varlığını çeşitli saldırılardan koruması demektir. Koruma ise, “uygarlıkla birlikte insanın sahip olduğu mülkiyeti” korumadır. Dolayısıyla ilkel kabile toplumlarının totemlerinin uygarlık aşamasındakilere göre çok daha masum olduğunu söylemek mümkündür. (Eren Erdem, Devrimci Peygamber, İstanbul, 2014, s. 67)
Uygarlık aşamasında üretilen totemlerin / putların bir hayli nitelik değiştirdiğini görmekteyiz. Daha kompleks ve hatta daha ziyade somuttan soyuta doğru eviriliş söz konusudur.
Bizce bu konuda uygarlık dönemi totemlerinin / putlarının somut nesnelerden ziyade soyut fikirlere / inanışlara doğru evirildiğinin en net kanıtı, bugün için insanların hiçbir nesneye görünür biçimde ve tapınma anlamında tazimde bulunuyor olmayışıdır. Bugün görünmezlikle çevrilmiş ama dolaylı olarak görünür bir değere yahut değerlere tapınım söz konusudur.
Kuşkusuz korunmak istenen en büyük ve başat değer mülkiyet ve servettir. Bunu korumak için geliştirilen en büyük put ve totem de bir takım dinsel inanışlardır. Bunların başında da yokluğun tanrılaştırılması düşüncesi temelinde şekillenen tevekkül – kader – kanaatkârlık ve şükür inanışı gelmektedir.
İslam’da olmamasına rağmen İslam’a yamanan bu inanışlar, öylesine büyük bir put haline gelmiştir ki bunların put olduğunu ifade etmek bile ölümcül bir tehlike haline gelebilmektedir. Bu inanışlar, varsıl egemenlerin yahut daha açık yazalım; kralların, padişahların, halifelerin, tarikat şeyhlerinin, cemaat liderlerinin varsıllıklarının aslında kader gereği ve tanrı vergisi olduğu, aynı şekilde yoksulların yoksulluğunun da onların kaderi olduğu, dolayısıyla itiraz edilmez olduğu fikrini kitlelerin belleğine nakşetme amacındadır.
Böylece Tanrı vergisi yani kader gereği olduğuna inandıkları zenginlik için varsıllar şükür putuna tazim edecek, yoksullar da kader gereği yoksul olduklarını düşünüp tevekkül ve kanaatkârlık totemine tazimde bulunacaklardır. Oysa Kur’an bu anlayışı ayaklar altına almakta; şükür, tevekkül ve kanaatkârlık putunu yerle bir etmektedir. Bunların yerine ise şunu ikame etmektedir;
“Allah, rızıkta sizi birbirinize üstün kıldı. Kendilerine fazlalık verilenler bu fazlalığı ellerinin altındakilere verip de onlarla eşit hale gelmek istemezler…” (Bal Arısı Bölümü 71. Söz / Nahl Suresi 71. Ayet)
Evet, görüldüğü gibi bu ayette egemenlerin yoksullarla eşit hale gelmek istemeyişleri azarlayıcı bir dille ifade edilmektedir. Yani eşit hale gelmeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Oysa egemenler bundan kaçınmak için görünmez putlara / totemlere sığınmaktadırlar. Yani; tevekkül, kader, şükür ve kanaatkârlık adlı putlara…
İslam tarihi baştanbaşa şirk ile tevhidin mücadelesidir. Tevhid, şirkin zıttı olarak gerçek imanı temsil etmektedir. İlk devir İslam tarihinin simge figürlerini anımsadığımızda karşımıza çıkan manzara şudur:
Bir tarafta egemenliği, varsıllığı, dolayısıyla da kader, tevekkül ve şükür putunun putperestliğini temsil eden Muaviye ve yandaşları, diğer tarafta ise eşitliği yani bir olmayı temsil eden Hazreti Ali, Hazreti Ebu Zer ve yanlıları…
Mülkiyeti, serveti ve varsıllığı koruma maksadıyla kökeni ilkel dönemlere değin dayanan sözde İslamileştirilmiş kader, tevekkül ve şükür kavramlarını görünmez bir totem biçiminde topluma zerkeden Muaviye ve yandaşları, eşitsizliği meşrulaştırmak için dinsel inanışlara dayalı bir şirk dinini İslam diyerek müdafaa etmişlerdir. Hazreti Ali ve Hazreti Ebu Zer gibi gerçek müminler ise, İslam’ın amacını kavrayıp, eşitlenmeyi yani “bir olmayı” dava edinmişler, iman ile küfür yahut tevhid ile şirk arasındaki mücadelenin aslında ekonomik temelli bir mücadele olduğunu idrak etmişler ve bu düzlemde eşitlikçi savaşımın öncüsü olmuşlardır.
Önemine dayanarak bir kez daha belirtelim ki, sanıldığının aksine putperestlikte yontulmuş put kesinlikle salt / mutlak ilah olarak görülmez. O bir simgedir. Ancak gerçek ve gözle görülmeyen ilahın ruhuyla doludur. Dolayısıyla putperestlikte bir ikili yapı söz konusudur. Bir yönüyle bu durum bir olmanın, birlenmenin / eşitlenmenin zıddıdır. Zira bir yanda gerçek ilahi varlık, diğer yanda da onun ruhuyla dolu olduğuna inanılan totem yahut put vardır.
Putperestliği yalnızca yontulmuş totemler üzerinden düşünmek yanlıştır. Herhangi bir yontulmuş totem olmasa da bugünün toplumlarında da putperestlik son derece yaygındır. Ancak bugün çoğunlukla yontulmuş putlardan ziyade “yontulmuş” canlı insanlar, “yontulmuş” fikirler, “yontulmuş” tavırlar, “yontulmuş” ideolojiler söz konusudur. Yeri gelmişken belirtelim; günümüz putperestliğinde yontulmuş nesne meselesi elbette ki tümüyle sıfırlanmış değildir. Bugün de, geçmişe nazaran iyice azalmış olsa da yontulmuş nesnelerin varlığını görebilmekteyiz. Görkemli yapılar, bir kısım tapınaklar yahut mabetler, yontulmuş nesnelerin putlaştırılması geleneğinin günümüzdeki yansımaları olarak görülebilir. Ancak yine de günümüz putperestliği çoğunlukla yontulmuş nesne sınırlarının ilerisinde cereyan etmektedir.
Yontulmuş canlı insanların totem olarak edinildiği bir çağda yaşıyoruz. Aynı şekilde yontulmuş fikirlerin, ideolojilerin, tavırların putlaştırılmış olarak zihinler, akıllar ve gönüller üzerinde egemenlik kurduğu bir sürecin içinden geçmekteyiz.
Yontulmuş canlı insan putu, kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak gören ve bunu çevresine kabul ettiren insandır. O insanın bedensel varlığı aslında bir totemdir. Diğer insanlar o beden üzerinde ilahi varlığın ruhunu görme / hissetme iddiasındadırlar. Hiç hak etmedikleri halde o insanı “Allah’ın lütfu” olarak niteleyebilmektedirler.
Aynı şekilde bir takım fikirler, ideolojiler ve tavırlar da nesne olmayan yontulmuş totemler olarak ilahi düzen, ilahi düşünce, ilahi tavır nitelemesiyle bir şirk biçiminde formüle edilmektedir. Bu putların tümü, insanlar arasındaki eşitsizliği meşrulaştırma fonksiyonu icra ederler. İşte bu noktada hangi insanın, hangi düşüncenin, hangi ideolojinin, hangi tavrın put olup olmadığının ölçütü ortaya çıkıvermektedir. Eşitsizliği meşrulaştırma gayretinde olanlar put, karşısındakiler de şirke karşı tevhidin temsilcileridir.
Şirk daima suret – i haktan görünür. Bu sebeple şirke karşı mücadele bir hayli tehlikelidir. Şirke karşı mücadele edip tevhidi yani eşitliği, birliği, bir olmayı savunanların azılı düşmanları daima dindar bir kisve ile tezahür ederler. Dillerine doladıkları ŞERİAT sözü, şirkin saklandığı karanlık bir mağarayı ifade eder. Büyük muvahhid / tevhidçi Yunus Emre, şirke karşı mücadelesinde karşısına çıkanları nitelerken şöyle demektedir:
“Şeriat oğlanları nice yol keser bana
Hakikat denizinde bahri oldum yüzerim…”
Bu sebeple biz insanlar için “Hakikat denizinde bahri olup yüzmeye” dair davetimizi devam ettirme azmimizden hiçbir şey kaybetmeyeceğiz.
Ta ki bir “Molla Kasım” gelip bizi sıygaya çekene kadar yahut gerçeğin bayrağını şerefle hayat burcuna dikene kadar.
Kaynak: FLASH HABER TV