Ekrem İmamoğlu, Adalar’da Konuştu: “Doğru Kişiyi Seçerseniz İstanbul’da Yeşil Alan, Metro Kazanır”
Ekrem İmamoğlu’ndan İktidara ‘Kayyım’ Eleştirisi! “Geçici Olarak Gelecek Kişiyi Belediye Meclisi Seçmeli”
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, “Türkiye Belediyeler Birliği Başkanı olarak inisiyatif alıyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki partilerin genel başkanlarıyla bizzat görüşüyorum. Görüşmeye devam edeceğim. Görüşemeyen, görüşememesini istismar olarak nitelendirip kabul etmeyen insanlara ısrarla gitmeye devam edeceğim” dedi. İktidara yüklenen İmamoğlu, “Milletin verdiği gücü kendi güçleri zannedenlerin çok güçlü bir demokratik uyarıya ihtiyaçları var” ifadelerini kullandı.
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, kayyum atamalarına ilişkin konuştu.
İmamoğlu, 12’ncisi düzenlenen Brand Week İstanbul’a katıldı. Bu yıl ‘Bir Tarihin Başlangıcı’ temasıyla hayata geçirilen etkinliğin açılışında “Yeni ve Adil Bir Başlangıç Mümkün” başlıklı bir konuşma yapan İmamoğlu, ulusal ve küresel çapta yaşanan adaletsizliklere vurgu yaptı, “kayyum”uygulamasına da özel parantez açtı.
“Görevden alınan belediye başkanı yerine geçici olarak gelecek kişiyi belediye meclisi seçmelidir” diyen İmamoğlu, şöyle devam etti:
“Evrensel hukuk ve demokrasi standartlarının önümüze koyduğu kurallar bunlardır. Bu yüzden Türkiye Belediyeler Birliği Başkanı olarak inisiyatif alıyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki partilerin genel başkanlarıyla bizzat görüşüyorum. Görüşmeyen devam edeceğim. Görüşemeyen, görüşememesini istismar olarak nitelendirip kabul etmeyen insanlara ısrarla gitmeye devam edeceğim. Hiç kimsenin bizim ısrar ve iyi niyetimizden kurtulma şansı yok.”
Halkın ekonomik zorluklardan, sağlık, eğitim, adalet, güvenlik sorunlarından dolayı yaşadığı isyanı duymazdan gelenlerin uyarılması gerektiğini kaydeden İmamoğlu, “Biz, demokrasiyi koruyacak, özgürlüklere sahip çıkacak sorumlulukla hareket ediyoruz. Etmeye de devam edeceğiz. Bu süreçte hiçbir şekilde geri adım atmayacağız. Türkiye’nin geleceğinin muhafızı olmak için tüm gücümüzle mücadele edeceğiz” ifadelerini kullandı.
“‘TARİHİN SONU’ DİYORLARDI, ÖYLE OLMADI!”
İmamoğlu, konuşmasında şu ifadelere yer verdi:
“Normalde böyle seçkin bir topluluğa hitap eden her siyasetçi, kendi projelerini, kendi başarılarını anlatmak ister. Neticede insanları ikna ettikçe sürdürülebilir başarının mümkün olduğu bir alan, siyaset alanı. Ama ben yarın için ilham kaynağı olacak fikirler, trendler ve teknolojiler arayan sizin gibi yaratıcı profesyonellerin olduğu bu salonda, ortak geleceğimize ilişkin bir değerlendirme yapmak istiyorum. ‘Bir Tarihin Başlangıcı’ temasıyla düzenlenen Brand Week İstanbul’da açılış konuşmamın başlığını ‘Yeni ve Adil Bir Başlangıç Mümkün’ diye tanımlamak istedim.”
Sunumuma bir soruyla başlamak istiyorum: Tarihin neresindeyiz? 1990’ların başında Soğuk Savaş sona ermiş, Sovyetler Birliği dağılmıştı; Batı’nın değerlerinin galip geldiği ilan edilmişti. Çeşitli siyaset bilimcilere göre bu ‘Tarihin Sonu’ydu. Çünkü Batı’nın serbest piyasa ekonomisi ve liberal demokrasisi artık rakipsizdi. Küreselleşme her yeri saracak, uluslararası sistem de daha uyumlu ve daha barışçıl bir yapıya bürünecekti. Ancak, öyle olmadı! Dünya, öngörülemeyen bir düzensizlik ve kaos dönemine sürüklendi. Geride bıraktığımız otuz yılda demokrasiler, yalnızca gelişmekte olan ülkelerde değil, Batı’da bile ciddi zorluklarla yüzleşti. Popülizm, milliyetçilik ve otoriter eğilimler güç kazandı.
Keza tarihin bitişiyle ekonomik üstünlüğün Batı’da kalacağı düşünülüyordu. Ama Çin ve diğer yükselen ekonomiler, Batı’nın bu üstünlüğünün sona ermesinin mümkün olduğunu gösterdi. Bugün Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisi. Afrika ile Asya’da ise yeni güç merkezleri doğuyor. 2008 küresel finans krizinden sonra Batı’nın duraklamaya giren ekonomileri, büyüme ve eşitlik sorunlarıyla mücadele ediyor. Küreselleşmenin sonu bile artık konuşuluyor. Pandemi ve Ukrayna krizi gibi olaylar, stratejik alanlarda yerel ve ulusal üretimi destekleme ihtiyacını ve korumacı politikaları tekrar öne çıkardı. Ticaret savaşları, küresel iş birliğini sarsarak içe kapanma dönemini başlattı. Başta ABD olmak üzere birçok ülkede gümrük engellerinin yükseltilmesi eğilimlerini güçlendirdi. Ne yazık ki dünya çapında barış umudu da gerçekleşmedi. 21. yüzyılın ilk çeyreği, savaş, çatışma ve krizlerle dolu bir dönem oldu.
“ÖNÜMÜZDE İKİ SEÇENEK VAR”
Özetle bana göre tarih bitmedi, aksine yepyeni bir aşamaya geçtik. Bu aşamada, zorlukları aşmak ve geleceği yeniden inşa etmek bizim elimizde. Ancak bu yeni aşamanın nasıl bir dünya getireceği, hangi yolu seçeceğimize bağlı. Önümüzde iki seçenek var;
Parçalanma, kriz ve düzensizliklerle şekillenen kaotik bir gelecek mi? Yoksa dayanışma, iş birliği ve sürdürülebilirlikle daha iyi bir yaşam kurabileceğimiz umut dolu bir dünya mı? Eğer her ülke kendi içine kapanır, toplumlar kutuplaşmayı ve bölünmeyi sürdürürse, karşılaşacağımız tablo çok karanlık.
“BEŞ FARKLI ALANDA DERİNLEŞEN ADALETSİZLİK VAR”
Bugün dünyamızın karşı karşıya olduğu en büyük zorluklardan biri, beş farklı alanda derinleşen adaletsizliklerdir. Bu beş temel adaletsizliğe çözüm üretmeden, daha iyi bir gelecek inşa etmemiz mümkün değil.
Öncelikle teknolojik adaletsizlik, günümüzün en büyük sorunlarından biri olarak karşımızda duruyor. Teknolojik devrim, zengin ülkelerde daha fazla zenginlik ve refah yaratırken, birçok yoksul ülkeyi daha da geri bırakıyor. Dijital ekonomiye geçiş yapamayan, yüksek teknoloji sektörlerinde rekabet edemeyen bu ülkeler, altyapı ve eğitim yetersizliği nedeniyle büyük bir dezavantaj yaşıyor. Teknolojik eşitsizlik, küresel eşitsizliği daha da derinleştiriyor. Dış şoklara karşı savunmasız hale gelen yoksul ülkelerin, gelişmiş ülkelere bağımlılığı her geçen gün artıyor. Bu, gelecekte ulusların fırsat eşitliklerini sağlamak adına ele alınması gereken derin bir adaletsizliktir… Gelişmekte olan devletlerin düşük gelirde birleşeceği korkusu yaygınlaşıyor. Bu riskler Türkiye için sahici bir beka sorunu olabilir. Teknolojik adaletsizlik, yapay zekayı geliştirme ve sahibi olma konusundaki gecikmeyle birleşirse, matbaayı 300 yıl gecikerek kullanmadan daha zor koşullarla karşı karşıya kalabiliriz.
İkincisi iklim adaletsizliğidir. İklim değişikliği, tüm dünyayı etkilese de bu krizden en çok etkilenenler, bu krize en az katkıda bulunan yoksul ülkelerdir. Küresel karbon emisyonlarının büyük kısmından sorumlu olan zengin ülkeler, gelişmiş altyapıları ve ekonomik güçleri sayesinde iklim krizine karşı kendilerini koruyabiliyorlar. Ama yoksul ülkeler aynı şansa sahip değil. Yoksul ülkeler, iklim değişikliğinin en yıkıcı sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu, adalet kavramını sorgulamamıza neden olan bir durum; çünkü küresel sorundan en az sorumlu olanlar, en ağır bedeli ödüyorlar.
Üçüncü olarak göçleri, küresel eşitsizliğin hem bir sonucu hem de sebebi olarak görmeliyiz. İnsanlar, yoksulluktan, siyasi istikrarsızlıktan ve çevresel felaketlerden kaçarak daha güvenli bölgelere ulaşmaya çalışıyor. Ancak göç yükünün bile adil olmayan bir şekilde dağıldığını görüyoruz. Gelişmiş ülkeler göçmenlere kapılarını kapatırken, yoksul ülkeler kapasitelerinin çok üzerinde mülteciye ev sahipliği yapmak zorunda kalıyor.
“GELİR DAĞILIMINDAKİ UÇURUM TOPLUMSAL BÜTÜNLÜĞÜ DERİN BİR BİÇİMDE SARSIYOR”
Dördüncü olarak gelir adaletsizliğini konuşmalıyız. Gelir adaletsizliği hem ulusal hem de uluslararası düzeyde toplumları içten içe kemiren en büyük sorunların başında geliyor. Ulusal düzeyde, son 20 yıldaki siyasi tercihlerle durmadan artmış olan ekonomik eşitsizlikler, toplumsal huzursuzlukların, parçalanmanın ve sosyal adaletsizliğin temel sebeplerinden biri oldu. Orta direğin zayıflatıldığı, refahın giderek dar bir zümrenin imtiyazına dönüştürüldüğü bu adaletsiz düzende, dar gelirli kesimlerin hayata tutunabilmeleri her geçen gün zorlaşıyor. Gelir dağılımındaki bu uçurum, sosyal uyumu tehdit ediyor; toplumsal bütünlüğü derin bir biçimde sarsıyor. Adil gelir dağılımının olmadığı bir toplumda, toplumsal barışın sürdürülebilmesi nasıl mümkün olabilir? Uluslararası düzeyde ise gelir adaletsizliği, ülkeler arası eşitsizlikleri derinleştiriyor ve küresel istikrarı sarsıyor. Gelişmiş zengin ülkeler, küresel ekonomik kaynakların büyük bir kısmını elinde bulundururken, düşük ve orta gelirli ülkeler yeterli yatırımları yapamıyor; altyapılarını geliştiremiyor ve toplumsal refahı sağlayamıyor. Bu durum, zengin ülkelerin ekonomik ve siyasi güçlerine güç katarken, yoksul ülkeleri dış şoklara karşı daha savunmasız hale getiriyor.
Son olarak, temsilde adaletsizliğe değinmek isterim. Temsilde adaletsizlik hem ulusların hem de küresel sistemin en büyük yapısal sorunlarından biri. Ülke içinde temsil adaletsizliği, farklı toplumsal kesimlerin karar alma süreçlerinde yeterince temsil edilmemesiyle kendini gösteriyor. Farklı görüşlerin ve grupların haklarının korunması ve her vatandaşın sesinin duyulması, gerçek bir demokrasinin olmazsa olmazıdır. Bir taraftan demokrasiden bahsedip, diğer taraftan bir silaha dönüştürdüğünüz yargı marifetiyle seçilmiş siyasetçileri oyun dışına atarsanız, temsilde adaletten bahsedemezsiniz. Bu alanlardaki adaletsizlik, toplumdaki güveni ve sosyal uyumu zayıflatır, toplumsal huzursuzluğu derinleştirir.
Az önce karşımızda iki seçenek var demiştim: Parçalanma, kriz ve düzensizlikle şekillenen karanlık bir gelecek… Veya dayanışma ve iş birliğiyle inşa edebileceğimiz umut dolu bir dünya. Ne yazık ki, derinleşen adaletsizlikler her geçen gün daha fazla hayatımızın bir parçası haline geliyor ve bizi adım adım o karanlık geleceğe doğru itiyor. Adaletsizlikler toplumları bölüyor, güveni sarsıyor ve çoklu krizleri kaçınılmaz hale getiriyor. Eğer bu eğilimleri tersine çeviremezsek, karşılaşacağımız gelecek, yalnızca daha fazla çatışma ve daha fazla eşitsizlik içeren bir gelecek olacak.
“SOSYAL DEVLETİ GENİŞLETMELİYİZ”
İşte tam da bu noktada, tarih bize açık bir çağrı yapıyor: Karanlık bir geleceğe sürüklenmektense, birlikte daha umut dolu bir dünya inşa etmek elimizde. Zorlukların büyüklüğü ve küreselliği bizi yıldırmamalı. Aksine, geleceğimizi nasıl dönüştüreceğimize karar verme fırsatını yakaladığımız bu dönemde, kararlılıkla harekete geçmeliyiz. İyimser bir geleceği şekillendirmek için beklediğimiz aktörler bizleriz. Toplumlar olarak, liderler olarak, bireyler olarak. Dayanışma ve iş birliğiyle inşa edeceğimiz daha umut dolu bir dünya ve Türkiye, adalet ve refah odaklı bir yeni siyaset anlayışıyla mümkündür. Ülke olarak, toplumsal refahı artırmak, değerlerimizi güçlendirmek ve kaybettiğimiz itibarı ve ilişkileri onarmak adına kararlı bir yol haritasına ihtiyacımız var.
Ben bu amaçla, üç boyutlu bir politika öneriyorum: Refah, değerler ve yeniden inşa. İlk boyut, refah boyutudur. Refahın sürdürülebilir olması için sosyal devleti genişletmeli, gelir eşitsizliğini azaltmalı, iş gücünü eğiterek modern ekonomiye entegre edecek mekanizmalar kurmalıyız. Ekonomik kalkınmamızı yalnızca mevcut kaynaklarla sınırlı tutmak yerine, teknolojiyi yakalayacak ve geleceğin endüstrilerine yatırım yapacak bir vizyon geliştirmeli, yeni bir hikaye yazmalıyız. Bizim Türkiye olarak geleneksel küresel ekonomide payımız yüzde 1. Buna karşın dijital ekonomideki payımız binde 1 civarında. BM tarafından yapılan araştırmalara göre, yapay zekanın da aralarında olduğu 17 ileri teknoloji alanı, 2030 yılına kadar 10 trilyon dolarlık bir pazar yaratacak. Bu oran, Hindistan ekonomisinin mevcut büyüklüğünün yaklaşık üç katı. Refahı gerçek anlamda yaygınlaştırmak için üretim kapasitemizi, teknolojik altyapımızı ve eğitimli nüfusumuzun gücünü artırmalı, böylece ülkemizi her türlü dış şoka karşı daha dirençli hale getirmeliyiz. Şayet dünyadaki en büyük ilk 10 ekonomiden biri olmak, ilk 10 ihracatçı ülkeden biri olmak gibi hedeflere doğru yürüyeceksek, inovasyon ekosistemine stratejik yatırımlar yapmalıyız.
Teknolojik ve dijital dönüşümlerle Türkiye’nin sanayisini, ticaretini, yaratıcı endüstrilerini ve ihracatını bir üst lige taşımalıyız. Yeni bir Milli Sanayi Politikası ve nitelikli insan kaynağı, güvenilir ve kapsayıcı kurul ve kurallar, ile bilim, teknoloji ve inovasyona dayalı Endüstriyel Strateji belirlemeli, paydaş ekonomisi anlayışıyla ülkemizi sıçrayarak kalkındırmalıyız. Yeni nesil sanayi politika yasası çıkararak özellikle yüksek teknolojili üretim ve katma değerli ihracat yapan stratejik sektörlere, eğitimden yatırımlara kadar uzun vadeli ve uygun koşullarda destek sağlamalıyız. Ancak bu yolla yalnızca ekonomik büyümeyi değil, aynı zamanda toplumsal refahı da artırabiliriz. Bu alanlarda daha fazla gecikmek, ileri ve zengin ülkelerle aramızın bir daha kapatamayacak kadar açılması sonucu doğurabilir.
“TÜRKİYE ÖZGÜRLÜKLERİ, ADALETİ VE DEMOKRASİYİ SAVUNAN BİR ÜLKE OLMALI”
İkinci boyut, değerler boyutudur. Türkiye, hem ülke içinde hem de dünya sahnesinde özgürlükleri, adaleti ve demokrasiyi savunan, bu değerlere sımsıkı bağlı bir ülke olmalıdır. Değerlerimizi korumak ve güçlendirmek için içeride güçlü bir hukuk devleti kurmalı, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerini garanti altına almalıyız. Toplumda hak ve adaleti güçlendirecek, farklı görüşlerin bir arada uyum içinde yaşamasını sağlayacak bir anlayışı hâkim kılmalıyız. Ayrıca, çevre ve iklim adaletini gözeten, ekonomik kalkınmayı insan hakları ve sosyal adaletle birleştiren politikalarla, yalnızca kendi ülkemizde değil, dünyada da örnek olmalıyız. İçine düşürüldüğümüz kimlik bunalımından hızla çıkmalı, ülkemizi tam bir özgürlükler adasına çevirmeliyiz. Küresel düzeyde iş birliği, dayanışma ve demokrasiye dayalı bir düzenin inşasına liderlik edebilmeliyiz.
Üçüncü ve son boyut ise yeniden inşadır. Son 20 yılda bozulan, dostlukları zedeleyen ve toplumu ayrıştıran yaklaşımları geride bırakarak, toplumsal birlik ve dayanışmayı yeniden inşa etmek zorundayız. Ekonomik, sosyal ve kültürel olarak kaybettiklerimizi geri kazanmak için toplumsal ilişkilerimizi sağlıklı ve karşılıklı güvene dayalı bir temele oturtmalıyız. Bu yeniden inşa süreci, kurumlarımıza güvenin yeniden tesis edilmesini, hukukun üstünlüğüne olan inancın pekiştirilmesini ve ülke içinde adaletin ve toplumsal barışın sağlanmasını içermelidir. Bu yolla Türkiye’nin dayanıklılığını artıracak, birlik içinde hareket edecek güçlü bir toplum oluşturabiliriz. Bu üç boyutlu strateji, Türkiye’yi sadece ekonomik açıdan değil, sosyal, siyasi ve kültürel açıdan da daha güçlü bir konuma taşıyacaktır. Refahı artıran, değerlere bağlı kalan ve toplumsal bağları onaran bir Türkiye, yalnızca vatandaşlarına değil, dünya toplumuna da katkı sunacaktır.
“BEKLEDİĞİMİZ, ARADIĞIMIZ O AKTÖRLER BİZLERİZ”
Bir keza daha vurgulamak isterim: Karşımızda tarihî bir dönüm noktası var. Bugün, ya adaletsizlikler ve krizlerle parçalanmış bir dünyaya doğru sürüklenmeye devam edeceğiz ya da dayanışma, iş birliği ve adaletle şekillenecek daha aydınlık bir geleceğe birlikte adım atacağız. Bu karar, yalnızca hükümetlerin değil, toplumların, bireylerin ve liderlerin birlikte alması gereken bir karardır. Zorluklar büyük olsa da, önümüzde inşa edebileceğimiz daha kapsayıcı, daha adil ve daha sürdürülebilir bir dünya var. Refahı artıracak, değerlerimizi güçlendirecek ve onarıcı bir anlayışla hareket edersek, geleceği kazanabiliriz. Bu noktada, tarih bize güçlü bir çağrı yapıyor: Yeni ve adil bir başlangıç mümkün! Daha adil, daha güçlü ve daha dayanıklı bir Türkiye ve dünya inşa etmek elimizde. Beklediğimiz, aradığımız o aktörler bizleriz… Toplumlar, liderler, bu salondaki bireyler ve bu ülkenin eşit ve onurlu vatandaşları olarak hepimiz bu görevi üstlenmeliyiz.
Bu yolda, vazgeçmeden, umudumuzu kaybetmeden, kararlılıkla ilerleyelim. Elimizde derslerle, ilhamlarla dolu, çok değerli bir tecrübe var: İstanbul tecrübesi! Bu tecrübe bize, toplumsal refahı artırmayı amaçlayan politikalarla neler başarabileceğimizi gösterdi. Özgürlük, adalet ve demokrasi değerlerine dayalı, birlik ve dayanışmayı yeniden inşa etmeye kararlı bir anlayışın toplumda nasıl karşılık bulacağını gösterdi. Stratejik ve jeopolitik konumuyla Türkiye ekonomisinin kalbinin attığı yer. Bir Dünya kenti, küresel bir güç olan İstanbul adil, yeşil ve yaratıcı bir kent olma vizyonuyla umut dolu bir performans sergiliyor. 16 milyon İstanbullu ile birlikte ortaya koyduğumuz İstanbul’un 2050 vizyonu; değişime açık, girişimciliğin ve yaratıcılığın merkezi olan, yarattığı zenginliği toplumsal refaha dönüştüren, nitelikli işgücünü ve istihdamı artıran, toplumsal ve ekonomik çeşitliliği ile herkesi kapsayan, demokratik bir kent öngörüyor. Bu yolda atılan her adım İstanbul’un, tarihin çağrısına verdiği umutlu ve kararlı yanıtın bir ifadesidir.
“EN ÖNEMLİ GÖREVİN EN BAŞTA BANA DÜŞTÜĞÜNÜ İYİ BİLİYORUM”
Böyle bir kentte iş dünyasına da uzun vadeli bir perspektifle, sorumluluk içerisinde davranma görevi düşüyor. Biz, toplumsal görev ve sorumluluklarının idraki içerisinde hareket eden herkesin, her kesimin yüklerini paylaşmaya hazırız, kararlıyız. Bunu söylerken de elbette ki en önemli görevin en başta bana düştüğünü iyi biliyorum.. Çünkü tarihin bu zor dönemecinde, ülkemizde yanlış giden işleri düzeltmek, kentlerimizi ve doğamızı korumak, demokrasimize sahip çıkmak her zamankinden daha da önemli. O nedenle ben kendimi bu konularda sorumlu kabul ediyorum. Başta haksız ve hukuksuz Kayyım atamaları olmak üzere ülkemizde uygulanan demokrasi karşıtı vesayetçi tutumlara sesimi yükseltmeyi önemsiyorum. Bir ülkede demokrasi iktidarların keyfiliğine bırakılamaz. Bir ülkede demokrasi iktidarların keyfiliğini asla bırakılamaz. Bu ülke 200 yıldır demokrasi mücadelesi veriyor. 101 yıldır muhteşem bir cumhuriyet hikayesi var, Zorluklarıyla, hatalarıyla, eksikleriyle… İşte tam da bu pencereden baktığımızda bir belediye görevden alınacaksa bu muhakkak bağımsız yargı tarafından verilmiş bir karara bağlı olmalı.
“GEÇİCİ OLARAK GELECEK KİŞİYİ BELEDİYE MECLİSİ SEÇMELİ”
Görevden alınan belediye başkanı yerine geçici olarak gelecek kişiyi belediye meclisi seçmelidir. Evrensel hukuk ve demokrasi standartlarının önümüze koyduğu kurallar bunlardır. Bu yüzden Türkiye Belediyeler Birliği Başkanı olarak inisiyatif alıyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki partilerin genel başkanlarıyla bizzat görüşüyorum. Görüşmeyen devam edeceğim. Görüşemeyen, görüşememesini istismar olarak nitelendirip kabul etmeyen insanlara ısrarla gitmeye devam edeceğim. Hiç kimsenin bizim ısrar ve iyi niyetimizden kurtulma şansı yok. Çünkü biliyorum ki iktidarların hukuk ve demokrasi dışı arayışlarının cezasını millet ve ekonomi hem de uzun yıllar boyunca çeker. ‘Milletin değil, benim dediğim olur’ anlayışıyla hareket eden iktidarlar, güçlü bir demokratik tepki görmezse, kendilerinde her hakkı bulurlar. Bugün Türkiye’de yaşanan budur. Buna asla fırsat vermeyeceğiz. Geleceğe dair tariflediğimiz bütün çağdaş teknik, bilimsel unsurlar kadük kalır aksi takdirde.
Milletimizin ekonomik zorluklardan, sağlık, eğitim, adalet, güvenlik sorunlarından dolayı yaşadığı isyanı duymazdan gelenlerin… Milletin verdiği gücü kendi güçleri zannedenlerin çok güçlü bir demokratik uyarıya ihtiyaçları var. Burada sizler vasıtasıyla tüm milletime seslenmek isterim… Biz, demokrasiyi koruyacak, özgürlüklere sahip çıkacak sorumlulukla hareket ediyoruz. Etmeye de devam edeceğiz. Bu süreçte hiçbir şekilde geri adım atmayacağız. Türkiye’nin geleceğinin muhafızı olmak için tüm gücümüzle mücadele edeceğiz. Bu konular konuşulmadan bu konuları çözmeden özellikle sizin gibi çok ama çok yetenekli insanların önünde çok ama çok acı ve bizi hepimizi üzen engeller oluşacaktır.”
İmamoğlu yaptığı sunumun ardından yerini alarak kendisinden sonra konuşmacı olarak kürsüye çıkan 2024 Nobel Ekonomi ödülü sahibi Daron Acemoğlu’nu dinledi.
Kaynak: BİRGÜN